Savaş ve İlyada da bahsedilen anlamdaki tekrar okumanın konjonktürel perspektiflerini içeren bir derleme. Üç büyük yazar, Simone Weil, Rachel Bespaloff ve Hermann Broch, İkinci Dünya savaşının eşiğinde, ortasında ve sonrasında İlyada’yı okuyorlar. Weil’in henüz 1939’da kaleme aldığı, "pasifist bir manifesto” olarak değerlendirilen Homeros incelemesi, yıllara yayılan bir polemik başlatıyor.
07/24 | Kitap
Jean Améry Suç ve Kefaretin Ötesinde’de çarpıcı bir Arendt eleştirisi öne sürerek “‘kötülüğün sıradanlığı’ diye bir şey yoktur,” der. Hayatının bir dönemini Auschwitz tutuklusu olarak geçiren yazar, Gestapo yüzleriyle karşılaşma anlarında, idrakın her türlü soyutlamacı tasavvuru nasıl kesintiye uğrattığına değinerek sıradanlığın bizzat kötülükle örtülüşünü anlatır: “Arendt o insanlık düşmanını sadece kulaktan dolma bilgilerle tanımış; onu yalnızca cam kafesin ardında görmüştür.” Améry'nin hınç hakkı savunusuna temel teşkil eden bu eleştiri, otantik deneyimin dünyayı bilme biçimlerine tesirini de vurgular. Teoriyi bir tür ön sansüre uğratan pratik, ardıl jargonunu bedenli bir anlatıyla şekillendirir. Şimdiki zamanın kurucu unsuru pozisyonundaki metinsel ağın okunabilirliği de bu anlatıya kayıtlanır. Böylece kendi klişe imajlarını çoktan türetmiş bir literatür, başka bir okuma rejiminin hem kaynağına hem çalışma sahasına dönüşür.
Savaş ve İlyada eseri de, bahsedilen anlamdaki tekrar okumanın konjonktürel perspektiflerini içeren bir derleme. Üç büyük yazar, Simone Weil, Rachel Bespaloff ve Hermann Broch, İkinci Dünya Savaşı’nın eşiğinde, ortasında ve sonrasında İlyada’yı okuyorlar. Weil’in henüz 1939’da kaleme aldığı, "pasifist bir manifesto” olarak değerlendirilen Homeros incelemesi, yıllara yayılan bir polemik başlatıyor. 2700 yıl evvelden kendi trajedisini duyumsatan bir savaş destanı olan İlyada, birdenbire soykırımın, toplama kamplarının, gaz odalarının ama aynı zamanda direniş stratejilerinin ve hayatta kalma yöntemlerinin, kahramanlık ve kurbanlık motiflerinin kök-imgesine dönüşüyor. Yenilgi ve zaferin çelişik doğalarını, mücadelenin epik karakteri ile mağduriyet mitlerini aynı anda yüzünde taşıyan bir savaş makinesi, kendi apokaliptik geleceğinin ufkuna yerleşip, kesintisiz bir çalışmanın ve mutlak bir tükenişin tarihini inşa ediyor.
Weil, politik olduğu kadar poetik bir imayı da taşıyan makalesinde İlyada’yı güç nosyonu odağında yorumluyor. Öldüren güç ile henüz öldürmemiş güç arasındaki salınımda İlyada’nın kahramanları hem tarihsel bir belgenin personasına hem de ölüm tehdidiyle kristalize edilmiş bir ömrün öznesine dönüşür. Nostaljik unsurlar ya da konsantre bir zamansallığın figürleri olan bu kahramanların kaderi, birbiriyle çelişmeyen, biri diğerini dışlamayan göksel bir yücelikle ve çileli bir sefaletle taçlanmıştır:
“Yakaran kişiler en azından yakarışlarına icabet edilince başkaları gibi tekrar insan olurlar. Ama daha talihsiz başkaları da vardır, daha mezara girmeden cesede dönüşürler ve bu bir ömür boyu sürer. Günlerinde hiçbir eğlence, hiçbir boşluk, kendi dürtülerine ayıracak bir dakika yoktur. Bunlar diğerlerinden daha zor yaşayan, toplumsal bakımdan diğerlerinden daha aşağı bir konumda olan kişiler değiller; başka bir insan türü bu, insan ve ceset arasında bir form. Bir insanın bir şey olması; işte burada mantık veçhesinden bir çelişki var. Fakat mantıkta imkânsız olan şey hayatta gerçek olduğunda çelişki ruhu mahveder.” (s.12)
Weil yaşam ve ölümdeki bu asitmetri bölgelerinin silinişinde şiddetin demokratik bir dağılımını saptar ki tam da bu sebeple makalesi pasifizmin savunusu olarak görülmüştür. Hektor’un ölümü karşısında zevklenmeyen Akhilleus, Akhilleus hayatını kaybettiğinde hazza savrulmayan Truvalılar ve nihayetinde Truva yıkıldığında neşeyle dolmayan Ahhalar’ın İlyada’da betimlenen somut deneyimleri şiddetin icracısıyla nesnesini eşitler. Kader fikri, şiddetin adeta müstakil bir mevcudiyete sahip olduğu anlayışıyla biçimlendiğinden, dolaşım ağında şiddete temas eden tüm varlıklar, fail ya da maruz kalan olması fark etmeksizin birbirlerinin felaketinin başlangıç uğrağına dönüşür.
Weil, İlyada’daki şiirselliğin tertip ettiği güç dinamiklerinin yürürlükte olduğu dehanın Yunan medeniyetinin sınırlarını aşamadığını yazar; bu başka dünyalara tercüme edilemeyen, -Eyüp kitabının bazı bölümleri hariç- Eski Ahit’in hiçbir metnine aktarılamayan Homeros destanına içkin öz, Romalıları ve Yahudileri trajedi ve destandan aynı anda men etmiştir. Seçilmiş bir halk olmaya duyulan iman ile Tanrının mutlak yüceltimiyle münasebet, bu halkları sefalet ve çileye mesafelendirmiş ve güç diyalektiğinin bu temel uğrağından yoksunluk onları epik ya da kurbansal anlatı evreninin dışında bırakmıştır. Makalenin sonunda Yunan edebiyatının Rönesans zamanına ani baskınlarından bahseder Weil; İlyada’nın, bu kökensel şiirin, Shakespeare’deki, Cervantes’teki, Moliére’de ve Racine’deki emarelerinden dem vurur. Ne var ki Avrupada bir anlığına beliren bu hayalet yitirilmeye mahkumdur; zira talihsiz, yenilgiye uğrayan ya da her türden düşman imgesine büründürülen figür hor görülmekte, destan dehasının imkânının koşulu, ihtidayla belirmiş bir kibir duvarına çarpıp durmaktadır.
Rachel Bespaloff ise savaşla başa çıkma yöntemi olarak yorumlamaya yöneldiği İlyada destanında Weil’in aksine Eyüp’ün ağıtlarıyla Aiskhylos’un mersiyelerini, Yeşaya’nın toplumsal doktriniyle Solon’un öğretilerini, Hesiodos’un radikal kötümserliğiyle Hoşea’nın dinçleştiren huysuzluğunu, Kudüs ile Atina’yı ve nihayet Yunan yasa koyucuyla Yahudi peygamberin şeriatını buluşturmuştur; ona göre Homeros’un şiirinde de Kitâb-ı Mukaddes’in öğretilerinde de adil olanı talep etmenin erdemli tarzlarına değinilmektedir.
“Özgür insanların özgürleştirdiği bir toprak parçası üzerinde adaletin ve neşenin dayanışmasından daha Yunan, daha Atinalı ne olabilir? Aşkın adalet ve yaşama içkin adalet örtüşmez her zaman; yasa koyucunun görevi onları ayıran aralığı asgariye indirmektir. Ve aslına bakılırsa sonunda buluşurlar: Son tahlilde, birini yok etmeksizin diğerini çiğneyemezsiniz. “Yasaya itaatsizlik” der Solon, “kenti hastalıklara boğar. Yasa hükmederken… kabalığı yumuşatır, gururu bastırır, şiddeti söndürür, ve felaketi daha tomurcuklanmadan soldurur.” Bu Yunan mutlulukçuluğu, Kitab-ı Mukaddes’teki mutlulukçuluktan göründüğü kadar uzak değildir.” (s.109) Böylece Bespalof Yunan’ın ethosuyla Yahudiliğin pathosunu tüm yabancılıklarına karşın yakınlaştırır. Makale boyunca Tanrı’nın inayetiyle adalete erişim ile insanın zekasıyla biçimlenen adalet arasındaki farkların silinişini takip eder. Homeros’un poetikasında evrenselleştirilebilir, nakledilebilir, yeniden diriltilebilir bir çekirdek bulur.
Alman yazar Hermann Broch ise savaştan iki yıl sonra 1947’de kaleme aldığı ve Bespaloff’a yanıt verdiği “Mit Çağı Stili” metniyle bu İlyada polemiğini noktalar. Broch için Homeros, mitin şiire adım attığı eşikte konumlanmaktadır. Şiirden mite dönen o geri adımın yazarı ise Tolstoy’dur. Kanonik Avrupa edebiyatı Broch’un iddiasına göre, bu iki isim arasında tarihselleşmiştir.
Ardından, bir çağa ait olmanın o çağı aşmakla mümkün olduğunu öne sürdüğü “yaşlılık üslubu “fikrini temellendirir. (Zira Homeros da daima çok yaşlı bir adam olarak betimlenmiştir: “Milton gibi kör, Bach gibi kör, Kader gibi kör…”) Japon ressam Hokusai’nin doksanlı yaşlarındaki şu sözüne atıf yapar: “Şimdi nihayet bir çizginin nasıl çizildiğini öğrenmeye başlıyorum.” Mitlerin de dünya tarihi için bu kökteki çizgi fikrine bağlılığını anlatır Broch. Mitte adeta dünya tarihini kurma kudretini haiz arketipsel bir yön bulur: “hem mit hem yaşlılık üslubu, dünyanın yapısını en özsel şekilde sunarak, dünya-içeriğinin kısaltmaları haline gelebilirler.” (s. 115) Bir kök-fenomen halindeki mit, logos’un taşıyıcısı ve insan idrakinin bir tür ön belleği niteliğindedir. Buradan geliştirilen mütekabiliyet ilişkisine şerh düşme ihtiyacı duyar Broch. Zira Homeros’un destan zamanını 20. Yüzyılla karşılaştırmanın sakıncaları bizzat savaşın somut sonuçlarıyla ortalığa dökülmüş durumdadır. Yeni Akhalara dönüşüp eski medeniyeti yıkmak bizzat Nazilerin fantezisiyken Hitler’i Akhilleus ile karşılaştırmanın bir tür küfür olacağını anlatır Broch.
Tüm bu İlyada okumalarının sonunu yeni mitin varlık kazanacağı bir etik teogoninin imkanlarına bağlıyor Broch. Bu etik teogoni için olgunlaşması umulan insanlık nosyonunun koşulunu da Nazi terörüyle ilişkilendiriyor. Derleme bu anlamda bir düşünceye hiza veriyor: Şimdi, bizim çağımızın asimetrik savaşlarına ve sömürgeleştirme politikalarına ne söylüyor İlyada? Homeros hangi yazının bedeninde diriliyor ya da zamanımızın Akhilleus’u kimdir, kimlerdir?
[*] Simone Weil, Rachel Bespaloff, Herman Broch, Savaş ve İlyada, Çeviri: Kağan Kahveci - Adem Beyaz, Ketebe Yayınları, 1. Baskı, 2024.
Comentários