... şeyleşmiş bilimsel bilincin kendi konusu yerine arzuladığı şey, toplumsal bir şeydir: böylesi bir bilincin, unuttuğu şeyi hatırlatmaya cüret eder etmez tek otorite olarak başvurduğu kurumsallaşmış bilim dalının kanatları altına girmek. Tin bilimlerinin örtük konformizmi tam da budur.
04/23 | Çeviri
İllüstrasyon: Tim Robinson
İfade krizinin salt bir klişe olmanın ötesine geçtiği bir ahvalde günümüz üniversitesinin veçhelerinden birinin üstünde bilhassa durmak istiyorum. Şüphesiz, bunu ilk keşfeden ben değilim; ama kamusal tartışmalarda bu meseleye yeterince ağırlık verildiğini düşünmüyorum. Kendi kendini yetiştirme ve uzmanlaşmış eğitim arasındaki fark olarak bilinen genel fenomenin, sözünü ettiğim veçheyle tesadüfi olmayan bir rabıtası var. Bu mesele üzerine konuşmak pek de kolay olmadığından bu doğaçlama girişiminin ortaya tam bir tez koymuyormuş gibi görünen tarzı ve muğlaklığını mazur görmenizi rica ediyorum. Bu veçhe, günümüz üniversite kültürü içinde tin bilimleri [1] denilen şu kavramın tematik ve geleneksel olarak sürdürülme biçimlerinin başarılı olup olmadığı sorusuyla alakalıdır: Yani, genel olarak tin bilimleri öğrencisi, üzerine öğrenim gördüğü nesnelerin önemini anlayan ve ona bağlı olan bir kültür kavramının yarattığı türden bir entelektüel ve manevi deneyim kazanabilir mi? Büyük felsefenin çöküşünden sonra ortaya çıkan ve o zamandan beri bir tür tekele dönüşen bilim kavrayışının, tam da bu tekel nedeniyle kültürün altını oyduğu fikrini destekleyen pek çok görüş var. Bilimsel disiplin, Goethe ile Hegel’in “dışsallaşma” [externalization] [2] adı altında söz ettiği şeyin entelektüel bir formudur: Tinin ona yabancı ve karşı olan bir öğeye bağlanması ve böylelikle özgürlük kazanması. Derinlikli olmayan, dürtüsel düşünmeyle ve dedikodu yaparak bu disiplini küçümseyen herkes, kolaylıkla meşru bir nefret uyandırma düzeyinin de altına düşecektir: Zira yöntem heteronom bir biçimde ona da dayatılmıştır. Gelgelelim, bu disiplin ve ona karşılık gelen -Fichte, Schelling ve Hegel’in bu terimle kast ettiğinin tam tersine dönüşen- bilim kavrayışı, karşı tutumunun aleyhine ölümcül bir üstünlük, tek bir buyrukla hükümsüz kılınamayacak bir üstünlük kazandı. Aksi yöndeki bütün açıklamalara rağmen, kendiliğindenlik, tahayyül ve asıl mesele olan özgürlük, her yerde pıtrak gibi baş gösteren “ama bilim bu mu?” sorusuyla o kadar dar bir çerçeveye hapsedildi ki, aşina olduğu bölgelerde dolanan tin dahi darmadağın olma riskiyle karşı karşıya [3]. Bilim kavramının işlevi artık tersine döndü. Sık sık adı anılan metodolojik titizlik, evrensel tasdik, işinde ehil uzmanların uzlaşısı, tüm iddiaların doğrulanabilirliği ve hatta akıl yürütmelerin mantıksal tutarlığı bile tin değildir: Göz açtırmayan bir geçerlilik ölçütü her daim tine karşı çalışır. Çatışmanın, bağımsız bir anlayışa karşı çoktan hükmünü ilan ettiği bir ortamda diyalektik ve kültür, -Humboldt çağında düşünüldüğü şekliyle özne ve nesne arasındaki- içsel süreç ortaya çıkamaz. Dört başı mamur bir tin bilimi, tine has yaşamdan daha ziyade, bir envanter çıkarma ve aktarma biçimidir; böylesi bir bilim, tini kendisinden farklı bir şey olarak tanımak ister ve bu farklılığı bir ilkeye dönüştürür.
Gel gör ki tin bilimleri tinin yerini gasp etmeye kalkışırsa tin -bilimin kendisinde bile- yok oluverir. Bilimin kültürün yegâne aracı olarak görüldüğü ve toplumun örgütlenmesinin başka hiçbir onaya ihtiyaç duymadığı anda gerçekleşir bu. Bilim, vaatlerini gerçekleştiremediğini içten içe ne kadar çok fark ederse, kendisine benzemeyen tine karşı o kadar hoşgörüsüzlük gösterme eğiliminde olur ve kendi imtiyazlı pozisyonunda ısrar eder. Tin bilimleri alanında eğitim gören pek çok öğrencinin ilk başlardaki hayal kırıklığı, sadece naifliklerinden değil, aynı zamanda bu bilimlerin saflık unsurundan, tinin onsuz yaşayamayacağı nesneyle dolaysız ilişkiden vazgeçmiş olmasından kaynaklanır; tin bilimlerinin kendi üzerine düşünme eksikliğinin de bu hususta aşağı kalır bir yanı yoktur. Bu öğrenciler, dünya görüşleri pozitivizme karşı olsa bile, gizliden gizliye pozitivist düşünce tarzının, şeyleşmiş bilincin büyüsüne kapılmışlardır. Disiplin, toplumun genel eğilimine uygun olarak, zaten var olanı inatla yeniden üretmeyen her şeye yönelik bir tabu haline gelir: Gelgelelim bu aynı zamanda tam da tinin tanımı olacaktır. Yabancı bir üniversitede bir sanat tarihi öğrencisine şöyle demişler: “Düşünmek için değil, araştırma yapmak için buradasın.” Aslında Almanya’da, gördüğü hürmeti günden güne kaybetse de geleneğe duyulan saygıdan ötürü, bu tür duygular artık bu denli açık bir biçimde ifade edilmiyor. Yine de bu ülkede de çalışma alışkanlıklarına müdahale etmekten geri durmadılar.
Bilincin şeyleştirilmesi, kökleşmiş kavramsal aygıtlarının konuşlanması, çoğu zaman nesneleri üzerinde imtiyazlı bir konum elde edilmesine yol açar ve şeyleşmeye direnebilecek olan kültürü engeller. Dört başı mamur bir tin bilimlerinin nesnelerini denetimine aldığı ağ, günden güne bir fetişe dönüşmeye başlamıştır; farklı olan her şey gereksiz hale gelir ve bilimde ona yer yoktur. Heideggerci ekolün kuvveden fiile geçirdiği ve felsefi açıdan şüpheli kökensellik/aslilik [primordiality] kültü, gerçek bir ihtiyaca hitap etmeseydi, tin bilimleri öğrencilerini bu kadar büyülemezdi. Bu öğrenciler, her gün bilimsel düşüncenin olguları açıklığa kavuşturmak yerine, her olgunun zaten tahrif edilmiş haliyle yetindiğini görüyor. Tam da düşünmeyi şeyleştiren toplumsal sürecin farkına varamadıklarından kökensellik meselesini bir alana, sözümona radikal ve dolayısıyla özel bir soruna dönüştürüyorlar. Ne var ki, şeyleşmiş bilimsel bilincin kendi konusu yerine arzuladığı şey, toplumsal bir şeydir: böylesi bir bilincin, unuttuğu şeyi hatırlatmaya cüret eder etmez tek otorite olarak başvurduğu kurumsallaşmış bilim dalının kanatları altına girmek. Tin bilimlerinin örtük konformizmi tam da budur. Entelektüel-tinsel insanlar yetiştiriyormuş gibi görünürken, tam da bu insanları ortadan ikiye böler. Bu insanlar kendi içlerinde üç aşağı beş yukarı gönüllü bir oto-sansür uygularlar. Bu durum onları öncelikle kendi bilimlerindeki yerleşik davranış kurallarının dışında kalan hiçbir şey söylememeye iter; farklı unsurları algılama yetilerini bile günden güne kaybederler. Tinsel yaratımlarla karşı karşıya kaldıklarında bile, onlarla akademik olarak ilgilenenler, zımni ve dolayısıyla çok daha güçlü bir bilimsel ideale karşılık gelenden farklı bir şeyi düşünmekte hakikaten zorlanırlar.
Bu idealin tahakkümcü gücü, sadece pedagojik veya teknik disiplinlerle sınırlı değildir elbette. Burada pratik fayda eliyle hayata geçirilen buyruk, bu tür bir fayda iddiasında bulunamayan disiplinleri de içine almıştır. Zira bilim ile felsefe birbirinden koptuğundan beridir, birbirine bağlı ama birbirinin hilafına ve durdurulamaz bir biçimde genişleyen bilim kavramı içten içe oldukça cesaret kırıcı bir niteliğe kavuşmuştur. Akademik kültür, tinsel meselelerle uğraştığı yerlerde bile -farkında olmadan- zaten var olanı, olgusal açıdan gerçek olanı ve onun işleyiş sürecini -tinin hayati gücünün kendisiyle yetinmemesi gereken bu olgusallığı- standart addeden bir bilime ayak uyduruyor [4]. Tin yoksunluğu ve bilimselleşmenin kökleri açısından ne kadar derin bir şekilde iç içe geçtiği, basmakalıp felsefelerin panzehir olarak ithal edilmesinde açıkça görülüyor. Bu tür felsefi birimler [philosophemes], tinsel yaratımların kendilerini tanımanın bir sonucu olmaksızın, tin bilimlerinde yapılan yorumlara, sahip olmadıkları parlaklığı kazandırmak üzere nüfuz ediyor. Gülünç bir ciddiyetle döne döne aynı şeyler okunuyor [5].
Bugün tin ile bilim arasında bir boşluk oluşmuştur. Sadece uzmanlaşmış eğitim değil, kültürün kendisi de artık ekin vermemektedir. Kültür, yöntemsel ve enformasyonel amaçlar taşıyan unsurlar arasında kutuplaşmıştır. Bunun karşısında kültürden nasibini almış olan tin, kendi efendisi kadar istemsiz bir tepki biçimini alacaktır. Kültür ve eğitim kurumlarındaki hiçbir şey, üniversiteler bile, tine herhangi bir destek sunmuyor. Kendi üzerine düşünmeyen bilimselleşme, tini bir tür gereksiz saçmalık olarak görüp gün geçtikçe daha fazla kapı dışarı ederken, aynı zamanda faaliyetinin içeriği ile kendisine biçtiği görev arasındaki çelişkiye de giderek daha derinlemesine saplanmaktadır. Eğer üniversiteler bu gidişata bir çekidüzen vereceklerse o zaman -yanlış bir şekilde- tinsel açıdan geri olduklarını düşündükleri disiplinlerdense tin bilimlerine müdahale etmeleri için ellerinde yeterince gerekçe vardır.
Çevirenler: Bartu Şanlı & Utku Özmakas
Kaynak: Theodor W. Adorno, ''Note on Human Science and Culture'', Critical models: interventions and catchwords, çev. Henry W. Pickford, Columbia University Press, [United States], 2012. Makalenin Almancadaki ilk basımı: “Notiz über Geisteswissenschaft und Bildung,” in 4 Daten: Standorte—Konsequenzen (Hamburg: Internationaler Studenten-Arbeitskreis, 1962).
* Metnin İngilizce başlığı (''Note on Human Science and Culture'') her ne kadar “insan bilimleri” (human sciences) ifadesine gönderme yapsa da, bağlamdan ve İngilizce çevirmenin notundan anlaşıldığı üzere burada kast edilen “tin bilimleri”, “sosyal bilim”lerdir. Dolayısıyla biz de bu şekilde karşılamayı uygun bulduk. (Türkçeye çevirenlerin notu)
[1] Bu makale, özellikle Alman dilinin dokusuna ve entelektüel geleneğine dayanmaktadır. Geist, madde ya da doğanın karşıtı olarak “ruh”, “zihin” ya da “akıl”dır; geistige Gebilde, tin tarafından aşılanan, şekillendirilen üretimler, eserler ve yaratımlardır. Wissenschaft hem “bilim” hem de “ilim”[scholarship] anlamına gelir. Bu terimi icat etmemiş olsa da 1883’te, bir eserinde Geisteswissenschaften’ın doğa bilimlerinin aksine (insan bilimleri, tarih, sanat, vd.’ni de içerecek şekilde) “tin bilimleri” olarak anlamlandırılmasını Wilhelm Dilthey sağlamıştır. Bkz. Introduction to the Human Sciences: An Attempt to Lay the Foundation for the Study of Society and History (ed. ve çev. Ramon J. Betanzos [Detroit, Mich.: Wayne State University Press, 1988]). Daha sonraki gelişim çizgisi içerisinde bu terim, Adorno'nun Alman sosyolojisindeki “pozitivizm tartışması”na yaptığı katkılarda detaylandırdığı bir ayrımla analitik ve pozitivist metodolojilerin aksine insan toplumuna ve kültürel üretime yönelik tüm hermeneutik sorgulamaları ifade eder hale gelmiştir. Adorno, burada “tin yoksunluğu” olarak karşılanan entgeisten fiilini, Entgeistung ismini insanın kendisine ilişkin imgesinin “makinedeki hayalet”e dönüştüğü bir dünya görüşünün nihai adımı olarak kullanmıştır. Bildung’un anlamı “oluşum”, “gelişim”, “kültür”, “kendini yetiştirme”, “eğitim”dir ve ilişkili olduğu bilden fiili, Alman entelektüel geleneğine hastır; ayrıca pratik eğitim (Ausbildung) ve uzmanlaşmış eğitim (Fachbildung) anlamında eğitimden ayrılır. Buradaki ayrım, otonomi ve heteronomi arasındaki ayrıma benzer. Wissenschaft yoluyla öğrenim görmüş ve kültürlü hale gelmiş kişiliğin gelişimi olarak Bildung teorisi, Alman İdealizmi’nin ve Humboldt’un üniversitesinin reformlarının özelliğiydi.
[2] Entäußerungteriminin anlamları için bkz. Georg Lukács, The Young Hegel: Studies in the Relations between Dialectics and Economics, çev. Rodney Livingstone (Londra: Merlin Press, 1975), 537–568. Lukács, Goethe ve Çağı eserinde, Goethe ve Hegel arasında benzerlikler kurar, çev. Robert Anchor (Londra: Merlin Press, 1979), 157–255. [Türkçesi için bkz. Georg Lukács, Goethe ve Çağı, çev. Ferit Burak Aydar, İstanbul: Sel, 2011, s.187-299].
[3] Adorno’nun entgeisten ve Entgeistung (“tin yoksunluğu” olarak çevrilmiştir) gibi yeni terimlerinde Nietzsche’nin tinsizleştirilmeye [Entgeistigung] yönelik hüznünün yankıları duyulur. Bkz. “Was den Deutschen abgeht” in Götzen-Dämmerung içinde Nietzsche, Sämtliche Werke: Kritische Studienausgabe, ed. Giorgio Colli ve Mazzino Montinari (Berlin/New York: de Gruyter: 1967-1977) Türkçe: “On yedi yıldır şimdiki bilim sektörümüzün tinsizleştirici etkisine ışık tutmaktan yorulmadım. Bilimlerin muazzam kapsamının günümüzde her bireyi mahkûm ettiği katı kölelik, daha dolu, daha zengin, daha derin yaratılıştaki insanların artık kendilerine uygun bir eğitim ve eğitici bulamayışlarının bir nedenidir. Bizim kültürümüz, hiçbir şeyden çekmemektedir, kibirli-koltuk miskinlerinden ve kırıntı-insanlıkların aşırı bolluğundan çektiği kadar; bizim üniversitelerimiz, kendilerine rağmen, tindeki içgüdü-kötürümleştirilmesinin bu türünün asıl seraları olmuşlardır.” Friedrich Nietzsche, Putların Alacakaranlığı ya da Çekiçle Nasıl Felsefe Yapılır?, çev. Mustafa Tüzel, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, s. 51-52. (Çeviride değişiklikler yapılmıştır.)
[4] Adorno’nun burada kullandığı gleichschalten fiili, Nazilerin söz dağarına aittir ve 1933’ten sonra kurumları parti çizgisine gelmeye zorlamak anlamında kullanılmaktadır.
[5] Bu makalenin ilk yayınlanan versiyonunda “aynı” (das Gleiche) yerine “Varlık” (das Sein) yazılmıştır.
Comments