Elbette ‘Doğu’ söylemsel bir inşa olarak ortaya çıkmıştı, fakat karşı akıntı içinde, tam da Batı’nın kendi ötekilerini inşa etme tarzının bir taklidi içerisinde ‘Batı’ da Batıya yabancı bir inşa olarak ‘gelişimini’ sürdürüyor.
07/22 | Minyatür
“Kültürel ırkçılığın odağını ulusalcı/milliyetçi politikadan narsisizm politikasına kaydırarak, Fanon, kimliğin ve otoritenin yıkıcı bir kaymaya maruz kalmasına neden olan bir sorgulamanın eşiğine getirir bizleri” (2013: 122) diyordu Homi Bhabha, bir bakıma Fanon’u yeniden Fanon yaptığı ünlü giriş yazısında. Bu bizzat Fanon’u bile Fanoncu terimlerle okumak yönünde bir öneri anlamına da geliyor. Bhabha’nın işaret ettiği kayma sömürgelinin narsistik öz-yıkımında çalışan şeyin, sömürgeciyle derinlerde bir yerlerdeki bir özdeşleşme olduğunu söylüyor: “Günde en az bir kere sömürgecinin yerinde olmayı düşlemeyen tek bir sömürgeli dahi yoktur” (Fanon, 2004: 5). Eh, en nihayetinde, kendi ‘özel’ hayatlarımızda da en çok kimden nefret ediyorsak ona benziyor değil miyizdir? Ya da tersinden, benimki gibi olmayan bir varoluş benim varoluşumu kendiliğinden zan altında bırakıyorsa, kendi varoluşumun istikrarına dair tahayyülümü ayakta tutmamın tek yolu onu kendime benzetmek, onu kendime benzetmenin en iyi yolu da ona ‘hıncımı’ aşılamak değil midir en nihayetinde? Bhabha’ya göre Fanon hem efendiye hem de köleye kendi ‘aracılık’ rolleri üzerine daha derin bir düşünme pratiği önermektedir. Bu pratikte kurnazlığa yer yok; bu pratik muazzam bir dürüstlük talep ediyor: “Benliğin, ‘şimdideki’ buyurgan benliğin kökensel bir geçmiş ya da ideal bir gelecek biçimindeki bir imge olarak kendini reddetmesi ve bizzat kendi oluşumunun paradoksuyla yüz yüze gelmesi…” (Bhabha, 2013: 122).
Bu paradoksla yüzleşemediğimizde bir kökenler fantezisi sahneyi işgal ediyor ve çoğu durumda ideal bir gelecekle kökensel bir geçmiş üst üste binerek bir zaman türbülansı yaratıyor; bu da kendi şimdiki zamanımıza gerçek bir erişimi imkânsız hale getiriyor. Bu türbülansta çalışan şey, “ötekine, toplumsal organizmanın içerisine parçalanmayı ve uzlaşmazlığı sokan yabancı beden rolünü aktaran” (Žižek, 1992: 90) kolektif fantezidir. İster seküler olsun ister İslamcı, Köken takıntısının nedeni bu. Köken fantezisi, bunun boş bir hayal olmadığı, geçmişte yapılabilmiş olduğu kanaatini ayakta tutar. Bu da bütün siyaset alanının temel belirleyicisi olarak ‘şeylerin orijinal bir düzeni’ varsayımını beraberinde getirir. Her türlü politik vaadin kendini bir ‘restorasyon’ olarak, şeylerin orijinal düzenine bir geri dönüş olarak sunması bundan. Kökenlerin otantikliğinde bir otorite arayışına girmek de bu kökenden yükselecek topluluğun, kendi farkını kökenleri taklit ederek edinmesi anlamına geliyor. Buradan ancak mistik bir birlik, bir corpus mysticum yükselebilir; siyasal bir gövde değil.
Hem teolojiye hem de ‘kökenlere dönüş’ aracılığıyla paradoksal bir biçimde ‘yeniden şekillendirilen’ bu teolojinin doğurduğu siyaset tahayyülüne damgasını vuran şey ise en nihayetinde bir ‘Batılı özne’ imajıyla metafizik bir varoluş rekabeti içerisindeki modern Müslüman özneydi.
Siyasal İslamcılığı doğuran şey de Batıyla, Batının sömürgeciliği içerisinde gerçekleşen travmatik karşılaşmasında şekillenen bir kolektif fanteziydi. 20. Yüzyıl’ın başlarında, kendilerini sömürgecinin suretinde yeniden inşa ettiklerinin pek ayırdında olmadan, modern Müslüman entelektüeller moderniteye karşı bir kökenlere dönüş projesini başlattılar. Gerçekte projenin bizzat kendisi son derece moderndi ve doğrusu, ‘kökenler’ sonrası tarihi sömürgeciler isteseler bile böyle bir silme edimine maruz bırakamazlardı. Hem teolojiye hem de ‘kökenlere dönüş’ aracılığıyla paradoksal bir biçimde ‘yeniden şekillendirilen’ bu teolojinin doğurduğu siyaset tahayyülüne damgasını vuran şey ise en nihayetinde bir ‘Batılı özne’ imajıyla metafizik bir varoluş rekabeti içerisindeki modern Müslüman özneydi. Tarihten kopuk, kendisini modern dünya karşısında gelenekten türettiği pozitif bir içerikle kurma becerisinden yoksun bir özneydi bu. Çünkü kökene kaçış aynı zamanda tarihten kaçmak anlamına da geliyor/du.
İslamcılığın teorik temelleri Mısır’da Hasan el-Benna, Afganistan’da Ebu Ala Mevdudi tarafından atıldı, fakat bu temelleri tutkulu ve ateşli bir söylemle buluşturan Mısırlı Seyid Kutub oldu. Ona göre Müslümanlar köken-öncesi bir ‘cahiliye’ dönemine geri dönmüşlerdi. Burada ötekinin tarihini yok sayan bir sömürgecinin değil, kendi tarihini yok sayan bir buralı öznenin konuşmakta olduğu nedense pek dikkat çekmedi. Hıncın bilgiye galip gelmesinin sayısız örneğinden biri…
Yapıkları iş, Benslama’nın tarifiyle, iç çelişkiden muaf, yekpare bir İslam inşa etmekti (Benslama, 2009: 4), fakat bu söylemin yok-merkezinde ‘kökenler’ değil, bir Batı tahayyülü yer alıyordu. Üstelik iç çelişkiden bağımsız bir söylemi inşa etmenin biricik yolu da Francis Bacon’la başlayan ve en nihayetinde insani deneyimin otoritesini bilimsel deney adına ortadan kaldıran modern-kesinlikçi söylemleri taklit etmekten geçiyordu. Thomas Bauer’in Müphemlik Kültürü ve İslam’da titiz bir çalışmayla göstermiş olduğu gibi, bu entelektüeller Batılı ideolojilerin yapılarını benimsemiş durumdaydılar. Böylelikle belirsizlikten arındırılmış, mutlak bir İslamcı ideolojiyi inşa edebilmek için Batılı ‘ideolojilerle’ uyumlu bir biçimde, yüzlerini İslam’ın ilk günlerine özgü veçhelere dönüyorlardı (Bauer, 2019: 55). Kökenleri yeniden inşa etme amacındaki bu söylemlerin tam kalbine Batının hayaletini yerleştiriyorlardı. Bu hayalet bu söylemlere musallat olmayı hiç bırakmadı.
Kökenlere dönüş, Batıya verilmiş bir yanıt niteliğindeydi. Olumsuzlansa dahi kendini onun aynasında görme ayartısından kurtulamamak belki de… Böylelikle bu entelektüeller tam da Edward Said’in (1978) betimlediği haliyle ‘oryantalist’ söylemin yapısal bir tekrarı durumundaki ‘oksidentalist’ bir söylem üretmiş ve aynı zamanda bu söylem tarafından yapılandırılmış durumdaydılar. Elbette ‘Doğu’ söylemsel bir inşa olarak ortaya çıkmıştı, fakat karşı akıntı içinde, tam da Batı’nın kendi ötekilerini inşa etme tarzının bir taklidi içerisinde ‘Batı’ da Batıya yabancı bir inşa olarak ‘gelişimini’ sürdürüyor. “Kendi oluşumumuzun paradoksuyla yüzleşme” çağrısı da burada anlam kazanıyor.
Comments