Akal için demokrasi özü gereği zaten süreklidir. Kesintiye veya bir sınıra maruz kaldığında, demokrasi demokrasi olmaktan çıkar. Bu noktada “sürekli” sıfatı, kitapta sıkça geçen bir diğer sıfat olan “sınırsız”da anlamını koyulaştırır.
03/23 | Kitap
Filozoflar nasıl yorumlanır? Doğrusu bu soruya tek bir cevap vermek zordur. Bu zorluğu düşünce tarihinin kendisi, bu tarihin içinde bir filozofun aynı metnine dair birbirlerinden epeyce farklı, hatta bazen birbirleriyle çelişen yorumların önerilmiş olması kanıtlar. Peki bu yorumların aralarındaki farkı tam olarak ne belirler? Filozof da onun metni de aynıysa, farkın kaynağı bu ikisi olamaz. Demek ki yorum etkinliğinin diğer tarafına, yorumcunun kendisine bakmak, onun bakış açısını dikkate almak gerekir. Böyle yapıldığında, sabırsız okurların zihnini kurcalayan “yorumlar çokluğu” bilmecesi de kısmen bir çözüme kavuşur. Demek ki aynı filozofa (konumuz o olduğuna göre, Spinoza’ya) dair çok çeşitli yorumların yapılabilmesini sağlayan temel etmen, okunanın nesnelliğine okuyanın kattığı öznellik, onun kendi arayışıdır. Bu kitapta geliştirilen yorumu da her şeyden çok yazarının öznelliği, onun bakış açısı ve dünya görüşü belirlemiştir: Yani Cemal Bâli Akal’ın sürekli demokrasi arayışı ya da onun ancak bir ufuk olarak peşine düşülebilecek ve asla nihai olarak varılamayacak demokrasiye duyduğu bağlılık ve özlem.
Fakat yorumlama etkinliği sadece öznel bir bakış sunmak, basitçe kendi arayışlarının peşinden gitmek anlamına gelmez. Felsefi okumalara “ne ararsan onu bulursun” gözüyle bakılamaz. Elbette bu deyimin kendi başına bir karşılığı vardır. Biraz da ne ararsak onu buluruz, nasıl bakarsak öyle görürüz. Bir balıkçı denize belli bir gözle bakar, sahilde gezintiye çıkan biri başka bir gözle, yüzme bilmeyen biri ise bambaşka bir gözle. Sonuçta, Spinoza’nın dediği gibi, “farklı insanlar bir ve aynı nesneden farklı tarzlarda etkilenebilirler” (E3p51). Yine onun örneğiyle, bir atın nal izlerini bir asker gördüğünde başka bir şey, bir çiftçi gördüğünde başka bir şey düşünecektir (E2p18s). Fakat bunlar son kertede imgelem diyarına ait varyasyonlardır. Oysa bir de kavramların kendileri vardır ve onlar söz konusu olduğunda yalnızca öznel bakışla yetinmek mümkün değildir. Teorik üretimler bundan daha fazlasını ister. Öznel yorumun yorumlanan metne dayanarak nesnel sağlamasının yapılabilmesi gerekir. Yorumlama etkinliğinde özgün bir okuma ve bu okumadan hareketle yenilikçi bir kuram geliştirebilmek en önemli hedeftir fakat bu yorumun ilgili filozofta gerçekten bir karşılığının olması lazım gelir. Bahsettiğim karşılık, filozofun metninde ona dair önerilen okumayı doğrulayacak birebir alıntılar, açık deklarasyonlar bulmakla sınırlı bir konu değildir; çok daha derinlere uzanan bir boyuta işaret etmektedir.
Akal bu boyutu “sistem” terimiyle ifade eder. Ve de bu terim üzerinden bize kendi sürekli demokrasi arayışını neden bir on yedinci yüzyıl filozofu üzerinden sürdürdüğüne dair gerekçeler sunar. Yazarın sisteme odaklanan yorum tercihini belirleyen iki önemli kaynak vardır. Birincisi, onun hukuki antropoloji formasyonundan da gelen yapısalcılıktır. Bu kaynak, her ne kadar bu kitaptaki zengin ve Spinoza’yla sınırlanmamış okumaları şekillendirmiş olsa da, doğrudan burada ele alınan bir konu değildir (bunun için yazarın Hukuk Nedir? adlı yapıtına başvurmak faydalı olur). İlkiyle yakından alakalı diğer kaynak olan Karl Marx’ın sistem okuması ise, Spinoza’nın belli bir geleneğin içerisine ve karşısına yerleştirildiği “İdealizm ve Materyalizm” adlı bölümde açıkça belirtilir. Bu bölümde Akal, Marx’ın Ferdinand Lassalle’e yazdığı 31 Mayıs 1858 tarihli mektuba gönderme yaparak, Spinoza’nın felsefesinde kendisinin aradığı şeyin soyut ve genel bir demokrasi övgüsü olmadığını, “gerçek iç yapı”, filozofun tarihsel olarak belirlenmiş bilincini ve döneminden miras aldığı sunum biçimini (Darstellung) aşıp geleceğe uzanan demokratik kavramsal atılım olduğunu belli eder. Akal için işte böyle bir kavramsal atılım olarak demokrasi, çalışmaya ve geliştirmeye değer bir konudur, yoksa kadınların, hizmetçilerin ve hükümlülerin dışlandığı bir rejim olarak demokrasi değil. Teorik bakımdan önemli olan, Marx’ın dediği gibi, “parçalardan yola çıkarak tüm sistemi açıklayabilmektir”, yoksa felsefi sistemle uyuşmayan ve döneme ait parçalara takılıp kalmak değil.
Akal’ın bu türden bir okumayla vardığı ve parça-bütün ilişkisinin sürekli devrede olduğu demokrasi kavrayışına geri döneceğim, fakat bundan önce sistem odaklı okumanın elinizdeki kitaba yön veren bir diğer kuvvetli yanını daha vurgulamak isterim. Zira bu yan Akal’ın Spinoza’dan hareketle başka isimlere sıçrayarak çoklu bağlantılar kurabilmesini sağlamakta ve yalnızca Türkiye değil aynı zamanda dünya Spinoza literatürüne de daha önce önerilmemiş ve geliştirmeye açık katkılar sunmaktadır.
Bunlardan birincisi, Spinoza ve Sürekli Demokrasi’nin ilk versiyonu olan Varolma Direnci ve Özerklik’te de bulunan (eski ve yeni edisyonlar hakkındaki açıklamalar için yazarın önsözüne başvurabilirsiniz) Vitoria bağlantısıdır. Akal yalnızca Spinoza değil aynı zamanda Altın Çağ İspanyol düşüncesi uzmanı olduğundan, bir sistemler karşılaştırması üzerinden, Vitoria’daki iletişim ve dolaşım hakkı ile Spinoza’daki ifade özürlüğü arasında eşsiz bir bağlantı kurar. Bu bağlantı, bir düşünürün fikirleriyle bir başka düşünürün fikirleri arasındaki benzerliklerin statik ve doğrusal bir tarzda, herhangi bir sorunsala bağlanmadan yan yana getirilmesinden veya karşılaştırılmasından ziyade, belli bir sorunsal ve eleştirel bakış üzerinden (Akal’ınki modernliğin eleştirisi ve onun ötesinin düşünülmesidir) iki düşünürü güncel bir diyaloğa sokma girişimidir. “Vitoria’dan sonra Modernler dünyayı ulus denen parçalı bütünlere bölerek düşündüler.” Biz bugün bu parçalanmış bütünü, sürekli bir demokrasiye uzanan biçimde yeniden gerçek bir bütün haline nasıl getirebiliriz? Ulus-ötesi gerçek bir demokrasiyi nasıl düşünebiliriz? İşte Akal’ın Vitoria’dan Spinoza’ya uzanan, yer yer Suárez ve Hobbes’a uğrayan güzergahının temel sorusu budur.
Yeni edisyonun en önemli katkılarından olan ikinci bağlantı Hans Kelsen üzerinden kurulur ve Akal’ın hukuk kuramı üzerine son dönem çalışmalarının izlerini taşır. Burada yazar yalnızca Spinoza’nın hak kuramına değil aynı zamanda Kelsen’in Grundnorm’una dair doğru bir okumanın imkânını araştırır. Spinoza ve Kelsen arasında zaten mevcut olan fakat genellikle ihmal edilmiş felsefi-hukuki bağı takip ederek pozitivizm ile demokrasi arasında kurulan sahte karşıtlığı sorgular. Kelsen’e dair sistem odaklı bir okuma yapılmadığında, “her sistemin özgül ‘kavramsal alanı’ içinde, kavramlar[ın] birbirlerini bütüne göre yeniden anlamlandır[dığı] bir ilişkisellik içinde[n]” bakılmadığında ortaya çıkan yanlış anlamaları sorunsallaştırır. İradeci ve neo-Kantçı Kelsen yorumlarını reddederek, onun yapısalcılığını ve yapısalcılığın zorunlu bileşeni olan özgür irade karşıtlığını öne çıkarır. Ve de Kelsen’in hocası Adolf Menzel’in siyasi monizmine uygun bir biçimde, modern söylemin iddiasının aksine, varlık sorununun politik bir sorun olduğunu, felsefede ontolojinin ve siyaset felsefesinin ayrıştırılamayacağını hatırlatır. Akal’a göre Kelsen bir iradeci değil, bir yapısalcı ve natüralisttir. Tam da bu sebeple Spinoza’daki ontolojik natüralizm ile politik demokrasi savunusu arasındaki paralelliği görebilmiştir (“Spinoza panteist olduğu için demokrattır”). Dolayısıyla bugün demokrasi üzerine düşünürken, Kelsen’e ve onun varlık ile politika, devlet ile hukuk arasında kurulan her türlü düalizmi sorgulayan monist bakış açısına geri dönmek gerekmektedir.
Yine bu edisyonda karşımıza çıkan bir diğer bağlantı ise Spinoza’nın sözleşmeciliği tartışmasına Epikuros ve Lucretius üzerinden dolanarak yapılan geri dönüştür. Toplum sözleşmesi tartışması siyaset kuramının en önemli ve içerimleri sebebiyle hâlâ güncel olan tartışmalarından biridir. Aynı zamanda, konuyla ilgili yorumlarda bazen net bir şekilde yakalanamasa da bir toplumu toplum yapan edimin mahiyetine dair kavrayışlara sinmiş siyasi gelenek farklarını ortaya seren başlıca ölçütlerden biridir. Akal’ın netleştirdiği tablo üzerinden bakıldığında, amacı egemenliğin meşruiyetinin tesisi olan modern sözleşmeci gelenek varsayımsal ve mutlak bir hak devri sözleşmesini kurucu edim olarak alırken, amacı toplumsal barışın tesisi olan sözleşme dışı veya karşıtı gelenek ise hep göreli olan, sürekli olarak yeniden oluşturulan ve hak devrine değil yararlılığa dayanan mutabakat fikrini temel alır. Akal Spinoza’nın Teolojik-Politik İnceleme ve Politik İnceleme’sini titiz bir şekilde inceleyerek, onun konuyla ilgili önermelerindeki Lucretiusçu ve Epikurosçu izlekleri açığa çıkarır. Buradan hareketle de Spinoza’nın sözleşme karşıtı bir filozof olarak mutabakatçı gelenek saffında yer aldığını ispatlar. Yazarın kendi sözlerini alıntılarsak:
Kaynağı Epikuros’un düşüncesinde bulunabilecek bu “yararlılık konusundaki mutabakat”, − varsayımsal bir sözleşmeden farklı olarak− bir sosyal ortamda geçerli olurken bir başka ortamda olmadığından, yararlılık ortadan kalktığında o da ortadan kalktığından modern sözleşmeci ilkeye eşdeğer sayılamaz. Mutabakat anlayışı Epikuros ve Lucretius’unkiyle çakıştığından, Spinoza da modern anlamda bir sözleşmeci olarak tanımlanamaz.
Akal’ın bu yorumunun özgünlüğünü Spinoza literatüründe konuyla ilgili tartışmaları bilenler hemen yakalayacaklardır, zira bu tartışmalarda soru genellikle Spinoza’nın iki siyasi incelemesinden hangisinin sözleşmeci olduğu sorusuna indirgenmiş ve daha önemli olanı, yani Spinoza’nın neden hiçbir eserinde sözleşmeci olamayacağı sorusu bir kenara atılmıştır.
Yazının başında, özgün yorum geliştirebilmek için öznel bakışın yeterli olmadığını, yorumlanan metnin nesnelliğinde bu yorumun doğrulanması gerektiğini belirtmiştim. Ardından Akal’ın söz konusu doğrulamayı yapısalcı metin okuma yöntemiyle, onun kendi deyimiyle “sistem” odaklı okumayla gerçekleştirdiğini vurguladım. Ayrıca bu tür okumaların, özgün bağlantılar kurabilmek için statik karşılaştırmalarla yetinmediğini, Akal’ın bu kitapta yaptığı gibi belli sorunsallar üzerinden düşünce tarihi üzerinde dolandığını ifade ettim. Son olarak bunlara bir de “birikim” boyutunu eklemek isterim. Ne kadar yaratıcı ve öznel bir bakış açısına sahip olunursa olunsun, ne kadar sistem odaklı bir okuma yapılırsa yapılsın ve araştırmanın bir sorunsal ekseninde ilerletilmesine ne kadar özen gösterilirse gösterilsin, bazen ortaya kalıcı ve gerçekten özgün olan bir sonuç çıkmaz. Tüm bunların (öznel bakış açısı, sistem odaklı okuma ve sorunsallaştırma) sentezlenip etkin bir yoruma dönüşebilmesi için onlara bir de belli bir birikimin eklenmesi gerekir. Örneğin modern sözleşmeci gelenek iyi bilinmediğinde, Spinoza’nın “verilen sözden cayılabileceği” ifadesinin büyük önemi yakalanamaz ve “contractus ve pactum terimlerini kullanıyor, o yüzden sözleşmecidir” gibi kestirme bir sonuca varılır. Yahut Epikuros ve Lucretius bilinmediğinde, Spinoza’nın “yarar” sözcüğündeki ısrarının tarihsel derinliği gözden kaçar. Bu bakımdan Spinoza ve Sürekli Demokrasi, yazarının zengin birikimi sayesinde de, doğru okumanın ve özgün yorumlamanın tüm şartlarını karşılayan bir eser olarak karşımıza çıkar.
Gelelim Akal’ın bu kitapta ilmek ilmek örülen çoklu bağlantılar üzerinden ortaya çıkardığı temel teze: sürekli demokrasi. Bu tezle birlikte araştırma konusu Spinoza’nın demokrasisi olmaktan çıkıp, Spinoza aracılığıyla, tam da bugün, bizim için, sürekli bir demokrasinin arayışı haline gelir. Peki neden yalnızca demokrasi değil de sürekli demokrasi? Aslında yazarın seçtiği başlıkta bir tür totolojinin olduğu söylenebilir. Fakat bu totoloji kasten yapılmıştır ve vurgu amacı taşır. Daha açık bir ifadeyle, Akal için demokrasi özü gereği zaten süreklidir. Kesintiye veya bir sınıra maruz kaldığında, demokrasi demokrasi olmaktan çıkar. Bu noktada “sürekli” sıfatı, kitapta sıkça geçen bir diğer sıfat olan “sınırsız”da anlamını koyulaştırır. Akal’ın sistem odaklı yorumuyla Spinozacı sürekli demokrasi, hem ülke sınırlarının ötesine işaret etmesi, hem kapsayıcılığının genişliği, hem de önerdiği haklar hareketinin bir sonu olmayışı bakımından sınırsızdır. Dolayısıyla Akal’ın önerisi, totaliter veya liberal tarzlarıyla her türlü modern yapılanmanın ötesine işaret etmektedir.
Bu modern ötesi ufukta ifade özgürlüğü de bir başka anlam kazanır. Liberal tasavvurun, çeşitli yurttaşlık haklarından sadece biri olarak hukuki düzlemde savunduğu ifade özgürlüğünden farklı olarak, bu kitapta ifade özgürlüğü tabii bir hak olarak kavranır. Kapsam olarak da kendisini sadece sözle, “düşündüğünü söyleme” savunusuyla sınırlamayıp, türlü var oluş tarzlarını özgürleştirmeye doğru açılır. Yazarın kendi sözleriyle:
İfade özgürlüğü tabii olanın hukuktan ayrıldığı yerdedir. Yasal bir tabana değil, gerçek olasılıklar üstüne oturur. Şu ya da bu hukuki sistemin düzenlediği bir haktan değil, bedensel-zihinsel bir müdahale imkânsızlığından kaynaklanır. Düşünceyi açıklamak kendinde iyi ya da kötü değildir. Koşullara göre, bir kusur da sayılabilir: İnsanlar kendilerini ifade etmeden yapamazlar ya da ifade sınır tanımaz. Hiçbir insan bundan vazgeçemeyeceğinden, ifade özgürlüğünden vazgeçilmemelidir. İfade özgürlüğü insanın gerçek tabiatı üstüne, bu tabiata yasalarla müdahale etmeden yalnızca her müdahaleden onu sakınarak oturtulmalıdır.
Akal ifade özgürlüğüne dair bu genişletme hamlesini Spinoza’nın çok yalın bir önermesine dayandırır: zihin ve beden özdeşliği. Bu özdeşliğe göre bir varlığın düşüncesi onun bedensel varoluşundan ayrılamaz. Dolayısıyla düşüncelere söz hakkı vermeyen baskıcı rejimler (ki zaten bu tür rejimlerde fiilen yasaklanan, tüm baskılara rağmen var olmaya çalışanların sesidir) tam da bu sözün sahiplerinin varoluşuna, onların bedensel özerkliğine saldırmaktadır. Öyleyse ifade özgürlüğü bir ölüm kalım mücadelesi, yok oluşa karşı bir varlıkta direnme çabasıdır. İfade özgürlüğünün savunulması, her şeyden önce hâkim söylem tarafından kendilerine düpedüz “sen var olma” denenlerin yaşama özgürlüğünün savunulmasıdır.
Kimin yaşayıp kimin öleceğinin açık açık masa başlarında tartışıldığı ve kararlaştırıldığı bir çağda yaşıyoruz. Dünyanın servet birikimini ellerinde tutan ülkeler bizimki gibileri de sınır kapanları haline getirip göç akınını kâğıt üzerinde belirledikleri sayılarla denetim altında tutabileceklerini sanıyorlar. Kontenjan dışı kalanlar ise, eğer ki çoktan denizlerde boğulmadılar, geçitlerde vurulmadılar, gece ayazlarında donmadılarsa varsın organ kaçakçılarının, köle ve uyuşturucu simsarlarının insafına kalsınlar. Ne de olsa sınırsız olmasalar bile mevcut demokrasileri korumak lazım. Akal’ın savunusunun bir diğer güncel yanı işte tam bu noktada devreye girer: Sınırsız demokrasi, bedensel özerklikleri de kapsayan bir ifade özgürlüğü olarak, “yurttaş kimliğiyle sınırlanmamış” bir göç ve yerleşim hakkını zorunlulukla içerir. Akal’ın temellendirmesine göçmen bir aileden gelen Spinoza değil yalnızca, bir kez daha Vitoria ve Kelsen de tanıklık ederler. Biri 16. yüzyılın sömürgecilik deneyimi, diğeri ise 20. yüzyılın savaş ve soykırım deneyimi üzerinden. Bugün göç olgusu dünya nüfusunun dayandığı devasa rakam sebebiyle daha önce eşi benzeri görülmemiş bir ölçekte yaşanıyorsa bile, aslında türümüzün en eski ve en yaygın deneyimlerinden biridir. Tarihte her yeni dönem hep bir göç dalgasının tazyikiyle açılmış ve kapanmıştır. Hepimiz, tüm insanlar, yerli ve yurtlu olmaktan önce, köken olarak göçmenizdir. Bu anlamda göçmen karşıtı ulusalcı söylemler, görünüşte kökenlere yaptıkları tüm göndermelere rağmen, bir köken unutkanlığından, bir köksüzlükten mustariptir. Dolayısıyla belki de bugün göç sorunu üzerine sağlıklı düşünmenin yolu, herkesin bu ilk ortak kökenini hatırlamaktan geçiyor olabilir.
Akal’ın göç ve yerleşim hakkını da içeren demokrasi kavrayışında, tıpkı ifade özgürlüğü savunusunda olduğu gibi, bir yüceltmeden ziyade bir imkânsızlığa vurgu söz konusudur: Belli ve bazen çelişik bakımlardan Antik Yunan politik yapılanmasını model alan bazı modern demokrasi kuramcılarının düşündüğünün aksine, konuşmak yüce bir erdem olduğu için değil, bilakis doğası gereği, tutkulu yanıyla dilini tutmayı beceremeyen insanı engellemek nafile ve saçma bir girişim olduğu için ifade özgürlüğü. Vita activa ülküsü için değil, var oluşumuzun dayanılmaz doğallığı için ifade özgürlüğü. Keza hümanist sevgi, altruistik kaygılar için değil, basitçe tarihin en temel gerçeklerinden birini önlemek imkânsız olduğu için göç ve yerleşim hakkı. Demek ki hakların tabii ve maddi koşullara, verità effettuale’ye oturtuluşu. Bu yüzden de hukuka karşı haklar ve özgürlükten ziyade özerklik…
Spinoza ve Sürekli Demokrasi, Cemal Bâli Akal, Dost Kitabevi, 2023.
Comments