top of page

Proust'un Dersi *


5 Mayıs'ta vefat eden Philippe Sollers'in anısına, yazarın ''Proust'un Dersi'' başlıklı konuşmasını yayınlıyoruz: "Yazmak, gerçek kitap olan kitabı, (...) gerçekten yaşanmış tek hayat olan bir hayatı çevirmektir."


05/23 | Çeviri

 


Robert Valette – Proust okuru, doğrudan doğruya zihnin krallığına adım atıyormuş hissine kapılır. Le temps perdu’nün [Kayıp Zamanın İzinde'nin] ilk sayfalarından itibaren ona bir tür esrime, esrik bir kaygı hem verilir hem de vaat edilir. Sabrın ve dikkatin engin tatlılığının fazılasız serpildiği bu uzun arayışa yönlendirilmeye güvenle izin veririz. Proust’un yapıtı, bir yazar olarak eyleminin başarısı/gerçekleşmesi, onu belki de mükemmel bir eylem haline getirir.


Peki bir yazar, kendi eylemi için, kendi tarzında hareket etme ihtiyacı bakımından nasıl bir ders alır? Kısacası, yazar için Proust’un dersi nedir?


Philippe Sollers – Proust’tan alınan ders kuşkusuz son derece geniş bir alanı kaplar ve pek çok farklı düzeyde anlaşılabilir. O yüzden sanıyorum ki, böylesine görkemli, yapılandırılmış, çeşitlendirilmiş, neredeyse sınırsız bir eserin huzurunda olduğumuzu düşünürsek, kendimizi zorunlu olarak iki üç belirli şeyle sınırlandırmalıyız; şahsen ben kendimi Proust'un yapıtının deyim yerindeyse en güçlü noktasıyla, yani benim için en gizemli ya da geleceğe en açık kalan tarafıyla ya da bana göre Proust'un yapıtının tam olarak açıklanamayan yanıyla sınırlamayı tercih ederim. Ve her şeyden önce, sizin de dediğiniz gibi, elbette neredeyse olağanüstü bir mutluluk veren bir nevi esriklikle okuduğum —ki sanıyorum, esasında başka bir şey okumak istemediği için kitabı bitirmekten korkan sayısız okurdan biriyim— Kayıp Zamanın İzinde’de gördüğüm şey ve şimdi bir hayli iyi tanıdığıma göre Proust'un yapıtında benim için en tedirgin edici, en canlı kalan şey, Proust üzerine yazılmış en önemli metin olarak gördüğüm ve İçsel Deneyim’de “Marcel Proust'un Şiiri Üzerine Konu Dışı Yazı” olarak adlandırdığı bölümde [1] Georges Bataille'ın tam da Proust'un içsel deneyimi dediği şeydir sanırım; başka bir deyişle, Proust'tan aldığınız dersi ortaya çıkarmak için, yapıtının, ne kadar önemli olursa olsun, tüm romanesk yönünü seve seve bir kenara bırakarak, çok daha gizli bir tür yapıya/oyuna (trame), nihayetinde bu yapıtın en derininde ortaya çıkan ve Bataille’ın bence mükemmel bir formülle “içsel deneyim” dediği şeyden oluşan bir tür hatta bağlı kalma eğilimindeyim. Proust'un bu içsel deneyimi nedir acaba? Bunlar tam da düzenli aralıklarla [gerçekleşirler], geçmişin dirilişi üzerine gayet iyi bilinen parçalar değil—ki herkesin çok iyi bildiği duygulanımsal hafıza üzerine bu uzun ara sözlere yol açarlar— tam aksine, üç ağaçtan bahsedilen meşhur pasajda olduğu gibi [2], Proustyen mekân ve zamana dair son derece tartışmalı soruların çok ötesinde Proust'un ulaştığı bir tür ortamdır. Bu, aksine, zaman ve mekânın tamamen soğurulmuş veya aşılmış gibi gibi göründüğü ve bana göre içsel deneyimin, bizzat içselliğin boyutu olan bir boyuta girdiğimiz bir ortamdır, ve bana öyle geliyor ki, Proust'un eseri bu yolla geleceğe doğru bakar, yani bana öyle geliyor ki, tüm romanesk yanıyla, tabiri-i caizse tüm tinsel komedi yanıyla pek tabii ziyadesiyle önemlidir ama bu son derece lezzetli, kalın vs. kabuğun ta içinde, bana edebiyatın tüm geleceğine açılan bir kapı gibi görünen bir yemiş vardır.



Öte yandan, belki tam da bu çetin anlara, Proust’un yapıtındaki bu çetin zamanlara, yani kendisini, hiç de hafızanın dünyası olmayan, deyim yerindeyse bir tür esrik kaygının dünyası olan bir dünyanın huzurunda bulduğu bu çetin zamanlara paralel olarak, bir de doğrusunu söylemek gerekirse tatminsizlik hissettiği ve örneğin geçmişin dirilişiyle doğrudan bağlantılı anlardan çok daha inandırıcı olan bir tür gizeme vardığı haller vardır. Bataille için olduğu gibi benim için de çok önemli olan bu üç ağaç epizoduna her zaman değinirim; deyim yerindeyse sırtımı Bataille’a veriyorum, çünkü bana öyle geliyor ki konu Proust olunca belki de en temel nokta bu, ama yine de, bu içsel deneyime ilişkin olarak ve tabii Proust'un birçok farklı düzeyde gelişen yapıtının kapsamını da ihmal etmeden, bugün Proust’un —bildiğiniz gibi tam ve mutlak olan— bu edebi angajmanından çıkarılacak çok önemli bir ders var bence; hatta bu, ölümle sonuçlanan bu mücadelenin karşısında kaçınılmaz olarak hissedilecek bir duyguyla okunduğunda kahramanca bir şey ortaya çıkarır. Öyleyse, kitabın bir teorisi, dil ve dünya karşısında bir tür duruşu var ki bu da kesinlikle modern ve ilginç geliyor bana.


Proust ne diyor? Bilhassa, sonda ortaya çıkan bir bütün olarak yapıta bu tür bir göndermeye vardığımız yakalanan zamanda, dolayısıyla Proust'un yazmayı çoktan bitirdiği romanını yazmaya başladığı anda yapıt adeta sürekli yeniden başlar, bu onun en büyüleyici taraflarından biridir. Ve yine belki de bu, onun, aslında yapıtın tamamına dağılmış bulunan, sanat üzerine, edebiyat, dil ve dünya üzerine bazı harika fikirlerini, belki daha sentetik bir şekilde ortaya koyduğu andır. Peki ne diyor? Diyor ki yazar kendisini dünya karşısında bir okuma durumuna yerleştirmelidir, bunu yapabilecek tek kişi odur; tam olarak cümle şu: “Bir yazarın görevi ve işlevi tercümanlıktır”, yani gerçeklik, tam da bahsettiğim bu içsel deneyimin en derin gerçekliği değildir sadece, çünkü şu ifadelerle defalarca buna döner: beynim sadece benim işletebileceğim zengin bir maden havzasıydı, ya da yine zihnin peyzajlarından söz eder, zihnin kendi peyzajları vardır, vs. Bu nedenle, dünyanın kendi hakiki gerçekliğinde bulunduğu bu deneyimin içinde, yani içsellikte, demek ki bu, bir yazar konumudur, dolayısıyla bir okuma konumudur. Bunlar okunması gereken işaretlerdir, bir deşifre etme, anlaşılır kılma (décryptement) tavrı söz konusudur. Bu bakımdan o belki de, bunu söyleyen ve bu kadar güçlü bir şekilde söyleyen ilk yazarlardan — her halükârda modern yazarlardan— biridir. Demek ki şunu söylüyor, yazar sadece bir okur ve belki de var olan tek gerçek okur olmamalıdır, netice olarak dünyayı okurken onu tercüme eder. Demek ki bir tercüme söz konusu. Yazmak, Kayıp Zamanının İzinde’yi yazmak, gerçek kitap olan kitabı, nihayetinde tıpkı yazarın hayatı gibi gerçek hayatı, gerçekten yaşanmış tek hayat olan bir hayatı çevirmektir.



Robert Valette – Ama kayıp zamanın peşine düşmek, size de zihnin kendisinin peşine düşmek gibi gelmiyor mu?


Philippe Sollers – Elbette, insan ruhunun peşine düşmek Proust’un yapıtında sürekli olarak ortaya çıkar ama diyeceğim o ki biz modern yazarlar için ders tam da, zaman yeniden bulunmamış/yakalanmamış ve örneğin Proust tarafından yeniden bulunmamamış/yakalanmamış gibi davranamayacağımızdır. Bu handiyse bir gramer dersidir, ama bu okuma ve tercüme meselelerine bir son nokta koymak için, bir de bir postüla var, dilerseniz buna tasımın üçüncü terimi diyelim. Öncelikle gerçeklik kitabı okunmalı, bunu ancak yazar yapabilir; ikinci olarak yazıyor o halde tercüme ediyor; üçüncü terim de bir o kadar ilginç çünkü diyor ki, okur, kitabımın okuru, tercümemin okuru demek ki kendi kendisinin okuru olacaktır, öyle değil mi? Şimdi burada bence, modern edebiyatın, örneğin tam da Mallarmé’den geçen bir kitabın yaratılışına ilişkin bu edebiyatın bu büyük mitolojisinde, yazarın dile, dünyaya ve okura —elbette okuru unutmadan— karşı duruşuna ilişkin son derece tutkulu ve açık bir formülasyon var.


Sollers ve Kristeva


Şimdi, zamanla ilgili olarak sözünü ettiğiniz bu ruh arayışına gelecek olursak, Proust üzerine, Proust zamanı, Proust mekânı vb. üzerine çıkan kitaplar beni her zaman büyülemiştir. ama aslında, böyle söylemekte haklısınız, bu bir ruhani komedi, bir ruh arayışı. Beni en çok etkileyen diğer şey de, modern bir yazar için, yani öyle sanıyorum ki, Proust okumuş, hatta bazen zihinsel veya entelektüel yaşamı için belki daha önemli başka yazarları da okumuş çağdaş bir yazar için, zaman yeniden bulunmamış/yakalanmamış gibi hareket etmek söz konusu olamaz. Yani Proust'un kitabı bu nedenle bittiği anda başlar. Bu onun yapıtının meşhur paradoksudur, ama her durumda kaçınılmaz olarak bir geçmişe atıfta bulunur, ve tüm yapıt, zamanı bu kusurlu belirsiz [şey] hale getiren, zamanın bütününü kapsayan bu hayranlık uyandırıcı kusursuz süreklilik üzerinde gelişir. Sanıyorum ki bazı romanların, en azından çoğu çağdaş romanın neden şimdiki zamanda yazıldığının açıklamalarından biri belki de Proust’tan ders çıkarmamızdır. Her halükarda, bana gelince, gerçekte bir ruh arayışı olan bu kayıp zamanın izinde Proustçu okuma, tercüme ve kendi kendini okuyan okur tasımını kabul edersek, ben bu girişimi bile isteye şimdiki zamana, tam olarak yeniden bulunmuş/yakalanmış zaman olacak bir zamana yerleştiririm.



Çeviri: Murat Erşen




 

* Yukarıdaki metin, Robert Valette ve Georges Gravier tarafından gerçekleştirilen ve ilk kez 9 Aralık 1963 tarihinde Radiodiffusion Télévision Française'de (RTF) yayınlanan programın transkripsiyonudur.


[1] Georges Bataille, “Marcel Proust ve Şiiri Üzerine Konu Dışı Yazı”, İç Deney içinde, çev. Mukadder Yakupoğlu, YKY, 1999 (2. bas.), s. 154-171.

[2] Age., s. 162, 163: “Eşek sırtında yolun dışında giderken, kapalı bir yola girişi sağlayan ve bugüne kadar ilk kez gördüğüm bir deseni oluşturan üç ağacı fark etmiştim, sanki kopuyor gibi göründükleri yeri saptayamıyordum ama başka bir zaman o yere aşina olduğumu hissediyordum; öyle ki ruhum birkaç yıl önce ile bugün arasında sendelerken, Balbec civarları titreşiyordu ve kendi kendiye tüm bu gezintinin bir kurmaca, Balbec’in sadece hayalimde gittiğim bir yer, Madam Villeparisis’in bir roman kahramanı ve üç yaşlı ağacın, okunmakta olan ve içinde kendimizi oraya götürdüklerine inandığımız bir yeri betimleyen kitaptan başımız kaldırdığımızda bulduğumuz gerçek olur olmadığı kendi kendime sordum… Üç ağaca bakıyordum, onları iyice görüyordum ama ruhum, bu üç ağacın, sanki geren kolumuzun ucunda uzamış parmakların sadece ara sora hiçbir şeyi yakalayamadan dışına hafifçe dokundukları, çok uzakta bulunan nesnelerin üzerine tutunamadığı gibi üstünde kendisin tutunamadığı bir şeyler kapsadığını hissediyordum. Böylece daha büyük bir atılımla kolu uzatmak ve daha uzağa ulaşmayı denemek için bir süre dinleniliyordu. Ama ruhumun böylece kendini toparlayabilmesi, hızını alabilmesi için yalnız olmam gerekiyordu… Düşüncenin kendi üzerinde belirli bir çalışmasını gerektiren bu cins bir zevki biliyordum ama bu zevkin yanında sizi o zevki reddetmeye götüren uyuşukluğun tadı vasat görünüyordu. Nesnesi sadece hissedilen ve kendimin yaratması gereken bu zevki çal ender hissediyorum, ama bu hissetmelerin her birinde arada geçen şeylerin çok az önemi olduğunu ve zevkin tek gerçeğine bağlanarak sonunda gerçek bir yaşama bağlanabileceğimi zannediyordum…. Bu ağaçların yaşamının çok eski zamanlarına ait olup bu sebepten omları çevreleyen görünümün belleğimde tamamen yok olmasına ve hiçbir zaman okunamadığı düşünülen bir kitabın içinde birdenbire heyecanla bulunan sayfalar gibi sadece, bu ağaçların ilk çocukluğumun unutulmuş kitabından arta kaldığına inanmak mı gerek?…”

Comments


Üst
bottom of page