top of page

''Halk bir inşadır''

Jacques Rancière


Halk, nüfus kitlesi değildir: Halk bir inşadır. Halk yoktur, söylemlerle ve eylemlerle bina edilir. Occupy, Arap Baharı, Öfkeliler, Atina’daki Syntagma meydanı, kağıtsızlar hareketi, bunların hepsi anonimlerden oluşan belli bir halk imal eder. Ve bu halk demokrasinin halkıdır.


12/24 | Çeviri

 


Bu söyleşi Ballast dergisinin 3. sayısında yayınlanmıştır ve 04 mayıs 2017’de Ballast tarafından internette  Philosophie, Politique’de paylaşılmıştır. [*]


Demokrasi mefhumu çalışmalarınızın her yerinde mevcut. Buna karşın Blanqui demokrasinin, yüzergezer ve saptırılabilir niteliğinden dolayı “lastik gibi” bir sözcük olduğu değerlendirmesini yapıyordu. Siz bu sözcüğe neden bu kadar önem atfediyorsunuz?

 

Siyaset olması için, siyasetin muayyen bir öznesinin olması gerekir. Benim temel fikrim bu. Birilerinin yönetmesi ve diğerlerinin itaat etmesi yeterli değil. Hayvan yetiştirme sanatı ile siyaset arasında başlangıçtaki büyük ayrım bu. Siyaset daima yöneten aynı insanın yönetilmesini de gerektirir. Demokrasi ile siyaset arasındaki ilişkiyi çerçevelemek için bana önemli görünen bu oldu. Siyaset olması için, halk denen bir şeyin olması gerekir. O aynı zamanda siyasi faaliyetin üzerine dayandığı nesne ve söz konusu faaliyetin öznesi olmak zorunda. “Yönetme sanatı”nın alışıldık tüm modellerinde, belli bir simetrik olmayış varsayılır: İdare edecek bir kitle ve bunu yapma kapasitesine sahip olanlar vardır, iktidarın meşruiyeti böyle işler: “Demokrasi”, kökeninde, bir siyasi rejimin adı değil bir hakarettir (hiçlerin hükümeti, ayak takımının hükümeti).  Bu, özelliği, kendilerine hükümet etme/yönetme ehliyeti veren hiçbir özelliğe sahip olmamak olanların hükümetidir; bunlarda, yönetmeye uygun olanları yönetilemeye uygun olanlardan ayıran hiçbir özellik yoktur. Bu yüzden bu sözcüğü muhafaza etmek bana yerinde göründü; bu, iktidarda temel meşruluğun bulunmadığını, her iktidarın olumsal olduğunu anlatan kelimedir -bildiğimiz oligarşik otoritelerin iktidarı, devrim üzerinde hak iddia eden avangardın iktidarı gibi.



Demokrasideki önemli fikir, yönetenin herhangi biri olmasıdır, yani kimse olmamasıdır. Bu, anayasal olsun temsili olsun, her özel biçimin berisinde bulunan radikal eşitliktir. O halde cumhuriyetçi fikir ile demokratik fikir arasında açık bir karşıtlık vardır. İlki bir tür hükümet biçimidir, toplumu idare etmenin bir tarzıdır, bir teşekkül/anayasa (constitution) ve kolektif bir gövdedir -bunun bugün (ortak bir kültür ya da kolektif bir kimlik gerektiren) cumhuriyetçilik temasıyla birlikte güçlü biçimde geri döndüğü görülmektedir. Buna karşılık demokrasi fikri ortak bir gövdeselliğin ve meşru olacak bir otoritenin kökten yokluğunu imler. Ben klasik ve hatta Marksist şemaların (biçimsel demokrasi ile gerçek demokrasi) dışında düşünmek istedim. Böylece kavrama içkin bölünmeyi hatırlattım. Demokrasi Nefreti’nde kaydettiğim gibi, demokrasi, eşitlikçi fikir olarak, bugün “demokratik” denen rejimlere mensup insanların saldırısı altındadır. Demokrasiyi ihraç etmek için Amerika askeri kampanyalarını desteklemeye her daim hazır olan ve “totalitarizme” ya da “dini entegrizme” karşı demokrasiyi öven bu aynı kişiler, son derece canlı biçimde demokratik imleyene saldırmaya ve onun karşısına “Cumhuriyet” kavramını koymaya  başladı. Kelimelerin bir tarihi var, ben bunu kaydetmek istiyorum.

 

Kelimeler üzerine çalışmayı sürdürelim. Tarihsel zorunluluğu ve bunun sözde belirlenimlerini reddettiğinizi sık sık yazdınız: “Muhafazakâr”, “ilerici” ve “gerici” sözcüklerinin sizin gözünüzde hâlâ bir anlamı var mı öyleyse?

 

Bu üç kelime her zaman tarihsel bir sekans dahilinde tanımlanacak ama aslında evrensel bir değerleri yok. Adlandırılmaya layık gerçek bir ihtilaf varsa eğer, bu eşitlik ve eşitsizlik arasında, birlikte-olmanın yapılanmasına dair eşitsizlikçi düşünce ile eşitlikçi düşünce arasındadır. Beni, 19. yüzyılda, Joseph Jacotot figürü ve onun ilericilik eleştirisi vasıtasıyla entelektüel özgürleşme fikrinde sorguya çeken şey tam da budur: İlerleme eşitliğin gelişmesi ve daha adil bir dünya beklentisi anlamına gelebilmiştir ama aynı zamanda eşitliksizci bir modele dayanır. Yani, öğrenci günün birinde, hocanın ona aktardığı bilgi sayesinde hocayla eşit hale gelsin diye öğrenciye rehberlik eden hoca örneğine dayanır. İlerlemeci modelin (ve genel itibarıyla pedagojik modelin) eleştirel temeli, mevcut eşitsizlikten hareketle gelecekte eşitliği yaratacağı varsayılan seyrin kendisi, eşitsiz durumu belirsizce yeniden üreten bir modeldir: hoca, -elbette asla ulaşılamayacak- eşitlik yolunda öğrenciye rehberlik edebilsin diye hep ondan bir adım önde olmak zorundadır… İki şeyi aynı anda tutmak gerek: Belirli bir konjonktürde, daima, (“muhafazakâr ya da “gerici” diye adlandırılabilecek) hiyerarşik düzeni sürdürmeye yönelik bir perspektif ve (“ilerici” diye adlandırılabilecek) eşitlikçi bir düşünüş tarzı tanımlanabilir. Ama öte taraftan, temelde, ilerleme, muntazam bir hareket fikrini tetiklemesi itibarıyla muhafazakâr bir fikir haline gelmiştir.: Öne adımı, ilerlemeyi düzenleyen güç ile buna koşut olarak, bu yürüyüşün hep aynı sonucu -yani ilerleten, ilerlemeyi sağlayan ile takip eden arasında aynı hiyerarşiyi- üretmesine neden olan güç.



Bensaïd ya da Löwy gibi eleştirel birkaç kişi bir yana, az çok radikal sol hareketlerin kendilerini hâlâ sık sık “ilerici” diye sunmasını nasıl açıklıyorsunuz?

 

Oysa artık bu kelimenin pek anlamı yok. Bir anlama geldiği bir dönem vardı (o zamanlar Tarih’in belli bir anlamında hemfikirdi insanlar; tarihin kurtuluşa, özgürlüğe ve eşit bir geleceğe doğru ilerlediği varsayılıyordu). Ama XIX ve XX. yüzyıl bize bir ders verdi. Tarih ilerlemez çünkü Tarih yoktur. Eşitlikçi hareketi taşıyacak evrensel bir hareket yoktur. Bu yüzden tekrar aynı yere dönüyorum: Net karşıtlık, eşitlik ve eşitsizlik arasındadır. Siz de benim kadar iyi biliyorsunuz bunu: Artık sağ, solun gerici, geçmişçi, arkaik ve muhafazakâr olduğunu söylemeyi seviyor zira “zorunlu değişimleri” istemiyor. Otuz kırkı yıldır, Marksist ilerlemeci söylemin bir tür tersine çevrilişine tanıklık ediyoruz: Tarih’in anlamını geri alan, sağ; gelecek için yapılması gereken fedakarlıkları açıklayan, sağ; toplumsal yasalar, toplumsal koruma, kamu hizmetler vs. gibi eski arkaizmleri terk etmek gerektiğini izah eden, sağ. Refleksleri, alışkanlıkları tanımlayan bu kırılmamalar bulanıklaşmış bulunuyor. Siyasi davranışları ve pratikleri değerlendirmek söz konusu olduğunda, “zamansal” terimlerin kullanımının aydınlatılması gerektiğini anlamak için bir dizi sol temanın otuz yıldır nasıl tersyüz edildiğini düşünmek kâfi.



La Mésentente’da (Uyuşmazlık, Ara-lık, 2006, çev. Hakkı Hünler) siyaset her zaman “yerel ve rastlantısal” (locale et occasionnelle”) olduğunu yazıyorsunuz. Fakat, pek çok defa bir Olay düşünürü olmadığınızı beyan ettiniz. Nasıl bir nüans getiriyorsunuz?

 

Eğer siyaset varsa, bu basitçe halklar, egemenler ve yasalar olduğu için değil ‘ortaklaşa-olma’nın spesifik bir yapılanması olduğu içindir. Siyaset her zaman var değildir, ama siyasete özgü bir fazlalık korunduğunda -yani siyasi halk daima sayım olarak nüfustan, sosyal grupların toplamından, hükümeti idare eden seçim halktan, kurumların kamuoyu yoklaması yaptığı halktan hep daha fazla olduğunda vardır. Bu fazlalığın dışavurumu olduğu müddetçe siyaset vardır: Örneğin sokaktaki bir halk, hükümet, parlamento ve büyük kurumlar tarafından idare edilen halka karşıt olduğu zaman; insanlar diğerlerine onları temsil etmediklerini söylemek için Madrid’de la Puerta del Sol meydanında toplandıkları zaman; (idare öznesi olarak) devletin gövdesine katılan halkın fazlası olan halk devletle gerilim içinde bulunduğu zaman. Bu birinci nokta. İkincisi ise şu ki siyaset her zaman olaysal anlar uyarınca sürüp gider. Fransa’nın tarihini alırsak: 1789, 1830, 1848, Komün, 1936, Bağımsızlık ve 1968. Uzun dönemde partiler ve stratejilerin olmasının sebebi, kopuş yaratan anların olmasıdır, baştaki iktidarların, iktidarların/güçlerin dağılımının, yönetenler ile yönetilenler arasındaki taksimin, siyasi yerler ile siyasi olmayan yerler bölünmesinin gayrimeşrulaştığı anlar vardır. Bunlar, siyaset olmasını sağlayan devrimci ya da yıkıcı anlardır. Bunu “olay” diye adlandırabiliriz ama benim için önemli olan, bu olayların bizzat toplumsal mekanların, zamanların ve kimliklerin dağılımını nasıl yeniden biçimlendirdiği. Bundan ötürü, Aşkınlık olarak, Tarih’in seyrini açan belirme olarak düşünülen Olay karşısında belli bir güvensizlik duyuyorum -Alain Badiou ile karşı karşıya geldiğimiz bir konu bu. Siyaset olaysallıkla vardır ama olaysallık, daha sonra onu bir avangardın ilkesi yapılmak üzere belli bir bilim ya da spesifik söylem tarafından aydınlatılabilir durumda değildir. Olayı yorumlayan kişi olarak transandantal siyasi lider anlayışına karşıyım.


Alain Badiou
Alain Badiou

Badiou’yu andınız. O da sizi tam olarak, Mediapart tarafından filme alına bir tartışma sırasında, sizin düşüncenizden “istifade etmek” söz konusu olduğunda, “en nihayetinde”, okuyucunuzu belirsizlik içinde bırakmakla eleştirmişti. Bu mülakatı hazırlarken, bize de yapılan bir uyarıydı bu. Dönüp dolaşıp gelen ve dolayısıyla usanç verici bir itiraz: Nasıl oluyor da size hep şu soruluyor: “Ne yapmalı?”

 

Bir anlamda, ne yapılacağını bilmemek evladır. Nitekim ne yapılması gerektiğini bilenlerin bilgisine ne olduğun biliyoruz. Bu bilgi asla beklenen sonları elde edememiştir ve böyle bir iddiada bulunanların çoğu mevcut düzene tapar hale gelmiştir. O yüzden askıya alan bir düşünce daha münasiptir. Bu düşünce, bizi özgürleşmeye, nihai kurtuluşa götürmeye kadir bir teori olmadığını kabul etmekten ibarettir. Öyle bir düşünce olsaydı ve iyi bir düşünce olsaydı, neden işlemediğini anlamıyorum. Benim söylediklerimle ne yapılacağını bilmiyor musunuz? Bir kere bu bana özgü bir şey değil: Bugün ne yapılacağını kim biliyor? Sözgelimi Görünmez Komite (Yaklaşan İsyan, Sel, 2012, çev. R. Işık Güngör) kitleleri harekete geçirmeye ve onları uyuşukluktan çıkarmaya muktedir tek yol olan örnek mahiyetindeki eyleme dair avangard bir teori ile tersine, Giorgio Agamben’den alınan geri çekilme teorisi arasında dolambaçlı çarelere başvurur. Bir dönem Badiou bana, ancak siyasi örgütler içinde militan olarak siyaset yapılabilir diyerek saldırıyordu; bugün ise Badiou bir örgütün üyesi değil ama yine de durmaksızın siyaset üzerine yazmaya devam ediyor fakat bu, herhangi spesifik bir eylemi belirlemiyor. Bana özgü farklılık, benim durumlara dair yapılan analizlerle bunlardan çıkarılacak sonuçlar arasında indirgenemez bir ayrım, mesafe olduğunu beyan etmem. Uygulanan teorinin basitleştirici modelini sorgulayıp muhataplarıma ne yapmak istedikleri sorusunu sormaktı bu. İstenen nedir? İşte gerçek soru bu. Radikal söylemlerin çoğu, sanki tek soru, hep aynı olduğu varsayılan bir amaca ulaşmak için hangi araçların iyi olduğu sorusuymuş gibi davranır oysa artık bu amacın ne olduğunu pek iyi bilinmiyor -editörüm ve dostum Eric Hazan bile “ilk devrimci önlemleri” betimlerken aynı durumda...



... Nitekim yakın zamanlı birçok yazısı kesin programlar, neredeyse gelecek toplumun kullanma kılavuzları...

 

Onda hayli kötü programlanmış olan şey, önceden sonraya geçiş. Son kitabı, La Dynamique de la révolte (Başkaldırının Dinamiği)’nde başarılı tek devrimin (üstelik görece kısa bir dönem) Rusya’daki Ekim Devrimi olduğunu açıklıyor -ve, şans eseri diye de belirtiyor! Programatik tüm mantıklar iflas etmiştir ya da gelişigüzeldir. Ve araçların ve amaçların birbirine oturduğu bir mantık izlenimi veren bir dönem olduysa, bugün zamanı geçmiştir. Sorulacak soru şudur: Yeni bir şeyi nerede ayırt edebiliriz? Öfkeliler, Occupy vs. gibi yakın zamanlı hareketlerle ilgili söylemeye çalıştığım şey bu. Mesele, bu hareketlerin yeni bir devrimci örgüte nasıl dönüştürüleceği değil,  onların ne istediğini anlamak. Bir ay boyunca bir meydanda toplanan insanlar ne istiyor? Farklı bir ay yaşamak mı? Baskın dünyadan ayrı küçük adacıklar inşa etmek mi? Toplumun kökten dönüşümü mü? Ama bu durumda, bu toplumu nasıl işletmeli, onu nasıl gerçekleştirilebilir olarak düşünmeli? İşte eşitlikçi iradenin, devrimci iradenin tarihinde gerilimler olarak ayırt edebildiklerim bunlar. Bence esas mesele, kendimi bu gerilimlere göre tanımlamak.



Bazı kitle hareketlerinin söyleminde bir dönüşüme tanık oluyoruz. Mélenchon “sol” referansı terk edip onun yerine “halk”ı koydu ve İspanya’da Podemos sol/sağ ayrımından vazgeçip halk/kast ayrımını benimsedi. Bunları nasıl görüyorsunuz?

 

Çok derin mi? Bilmiyorum. İspanya’da durum esas itibarıyla 15-M [1] hareketine dayanıyor (kurumsal siyasete ve radikal ya da Troçkist sola göre yana doğru bir adım); Öfkeliler bir kopuşu belirtiyor. Bunlar, spesifik mekânlar yaratmak suretiyle ya da uzun soluklu eylemler yoluyla demokratik bir eylemi tanımlamayı deneyen yeni halk pratikleri, ihraçlara karşı mücadele gibi.  Bunun karşısında, “solun solu” mantığı var. Fransa’da sol cephe ve Mélenchon ile Yunanistan’da Syriza. Bunlar bu yeni halk hareketlerinin dinamiğini devşirmeye çalışıyor. Podemos ise iki dinamik arasında bir uzlaşma. Öfkeliler ya da Occupy devletli ya da seçime dayalı oyundan ayrı bir güç kurmayı hedefliyor; solun solu yeni bir sol yaratmak için bu hareketlere yaslanmak istiyor. Bu yüzden halk kavramını yeniden kazanmak ve onu kavramsal olarak yeniden değerlendirmek istiyorlar, bilhassa Laclau’nun popülizm üzerine teorilerinden hareketle. Gayet muğlak bir fikir. Bir yandan bir özerklik mantığına dayanıyor (baskın olan ve seçime dayalı mantığa karşı kendini belli eden bir halk) ve öte yandan, popüler imleyeninin seçime ilişkin kullanımı anlamında, halkın yeniden değerlendirilmesine. Bunu Ulusal Cephe’ye ve aşırı sağ hareketlere terk etmiş, bırakmış olmaktan pişmanlar. O zamandan beri, hepsi bu muğlaklık üzerinde ilerliyor: Bir yandan adı bilinmeyenlerden, sayılmayanlardan, yönetmek için hiçbir özel kabiliyetle tanımlanmayanlardan   oluşan bir halkın özerkliği öne sürülüyor; öte yandan hem terkedilmişlerden ve yüzüstü bırakılmışlardan oluşan bu halk adına hem de “hakiki” halk adına, toprağa, kana, geleneğe ve Tarih’e mensup “bizden” insanlar adına konuşmak isteniyor. İki tablo üzerinde oynuyorlar Öfkelilere kulak vermek ve aşırı sağa geçenleri kendi tarafına çekmek.



Zaman zaman bir “sağcı halk” bir de “solcu halk” mı var yoksa sadece “halk” mı diye tartışmalar oluyor. Siz nasıl biz çözüm getiriyorsunuz?

 

Halk, nüfus kitlesi değildir: Halk bir inşadır. Halk yoktur, söylemlerle ve eylemlerle bina edilir. Occupy, Arap Baharı, Öfkeliler, Atina’daki Syntagma meydanı, kağıtsızlar hareketi, bunların hepsi anonimlerden oluşan belli bir halk imal eder. Ve bu halk demokrasinin halkıdır. Kim olursa olsun onun iktidarını açığa vuran bir halk. Ama inşa dedik mi pek çok halk inşası olabileceğini söylemiş oluruz. Halk sadece, az önce söylediğim, eşitliğin ve demokrasinin halkı değildir, ayrıca hükümetin ve kamuoyu yoklamalarının idare ettiği halk da olabilir, aşırı sağın söylemlerinin ürettiği halk da (sesiz çoğunluk, derin halk, terkedilmiş varoşların halkı, işsiz emekçilerin halkı, göçmenlerin yerini aldığı Fransız halkı, barbarların gelişiyle kovulmuş tarihi ve dini bir geleneğe sahip halk). Sağcı halk, solcu halk: elbette, bazı belli zamanlarda, nüfusun, halk modellerine göre teşekkül etmiş kesimleri vardır. 

 

Demokrasi Nefreti’nde (İletişim, 2015, çev. Utku Özmakas) diyorsunuz ki en büyük hakaret haline gelen popülizm “kullanışlı isimdir” (s.88). Bununla birlikte bu kelime bazen, olumlu bir gösterge olarak kurtuluş hareketlerinde var olmuştur: Elbette akla hemen Rus popülistleri gelir ama ayrıca 19. yüzyılda Amerika’da seçkinlere, bankalara, arazi sahiplerine ve demiryolu şirketlerine karşı mücadele eden çiftçi ve işçi hareketleri görülür, yine Fransız edebiyat akımı ve popülist roman ödülü vardır. Bu evrimi nasıl anlıyorsunuz?   

 

Birçok tarihsel tabaka var. Rus devrimci hareketinde, bu hızla bir sövgü olmuştur. Lenin’le polemiği hatırlayalım. Erkenden, “popülizm” biraz aptalca duygusal bir bağlılığı, bir iyi niyet tarihini, halka gidip, gerçekte kim olduğunu bilmeden, onu ayrılığa düşüren koşulları hesaba katmadan ona hitap etmenin bir tarzını belirtmiştir. Eskiden Fransız solunda baskın olan Marksist gelenekte, “popülist”, hızla olumsuz bir anlamla yüklendi. Belki yeni olan, bu olumsuz anlamın özel sebeplerle yer değiştirme biçimi. Bir alaşım yaratmak. Sağ aşılmış bir geçmişe bağlanmayı mahkum eden Marksist yönelimi kendine mal ederek onu işçi hareketinin zaferlerine tatbik etti. Bu, 1980’li yıllardan beri sol tarafından da geniş ölçüde paylaşılan yeni bir ideolojinin kalbidir. Bu, akla yatkın tarihsel bir yol (hükümetlerimiz ve Avrupa kurumları tarafından tutulan yol) olduğu ve içine karman çorman biçimde ulusal Cephe ile aşırı sol oluşumların koyulabileceği geçmişçi, gerici ve popülist bir rüyanın olduğu anlamına gelir. Halk fikrine belli bir tutarlık, dayanıklılık vermek isteyen her hareket bugün popülist olarak görülebilir. Ve bu alaşım herkesin işine yarar. Örgütlü proletaryaya başvurmaya devam eden eski Marksistlerin, finans güçlerinin emrine amade sağın ve oligarşinin hizmetindeki solun. Popülizm sözcüğü, birbirinden çok farklı oldukları halde onlara kafa tutan herkesi aynı kefeye koymaya, aynı kampa atmaya olanak tanır. Bunun karşısında, radikal solun bir kısmında, popülizme Laclau’nun teorileri temelinde yeniden değer kazandırmak yönünde olumlu istek var...



Siz bu girişimlere şüpheci yaklaşıyorsunuz değil mi?

 

Pratikte bu, özerk hareketleri yenilenmiş parlamenter bir mantığın hizmetine sokmaya, hatta halkı cisimleştiren lider geleneğine götürmüştür: Brezilya’da Vargas, Arjantin’de Peron, Venezuella’da Chavez... Temsilin yeniden değerlendirilmesi, parlamenter mantığı, halkın sevdiği idareci ile birleştirmek istiyor.

 

Nisan ayında, LCR’nin [Devrimci Komünist Ligi] eski yöneticisi Samuel Joshua sizin düşüncenize hasrettiği bir yazı kalem aldı. Orada özellike, sizin fazlasıyla “iyimser” dünya görüşünüzün halkın kendi bağrında tahakküm ve baskı üretebileceğini reddettiğinizi anlatıyordu.

 

Yanlış. Bende aziz halk diye bir şey yoktur. Gerçekten insanlar, “halkın kökensel iyiliğini” savunduğumu ve bu sınıfta gerici işçiler ve Ulusal Cephe seçmenleri bulunabileceğini anlamaktan aciz olduğumu sanıyor. Fakat ben hep şunu söyledim ve tekrar söylüyorum: Bilmem hangi sosyolojik zorunululuk dolayısıyla sola oy vermeleri gerektiği bahanesini öne sürerek, sağa oy veren işçilere neden bu kadar kızıyorsunuz? Siyasi savaşçı olarak işçi, sosyolojik olarak işçi sınıfına mensup işçi değildir. Ben asla, neden popüler temelli, aşırı sağ, ırkçı, yabancı düşmanı hareketler olabildiğini anlamama mani olacak, kollektif gövdeye dair mistik bir şey geliştirmedim. Hatta bu, bana bu şekilde eleştiri yöneltenlere nazaran bana çok daha az sorun yaratmış bir olgu!

 

Öyleyse sizin sözlerinizi böyle eğip bükmeye devam edebilmelerini nasıl açıklıyorsunuz?

 

Benim “iyi halk”tan yana olduğumu iddia etmek her zaman daha kolay… Fakat ben paysızların payından, isimsizlerden/anonimlerden, sayılmayanlardan bahsettiğimde, söz konusu olan biçareleri / yoksulları / garibanları ve terk edilmişleri belirtmek değildi. La Nuit des prolétaires (Proleterlerin Gecesi, 1981) üzerine çalıştığımda, Lille’in ünlü mağaralarındaki insanlar üzerine çalışmadım hayır, kendilerine işçi dedikleri halde kimliklerine nazaran bir kopuş gerçekleştiren insanlar üzerine çalıştım.



2010 yılında, “Irkçılık, yukarıdan bir tutku” metniyle ırkçılık konusundaki fikirlerinizi açıklarken, ondan bir “popüler tutku” gibi değil de bir “entelektüel yaratım”, kurumsal bir yabancı düşmanlığı olarak söz ediyorsunuz. Size hâlâ halkı akladığınız söylenmişti! 

 

“Sosyolojik halk” diye adlandırılan şeyin içinde, size, yabancıları, Arapları ve Siyahları sevmediğini söyleyecek olanlar her zaman bulunabilir. Bu hep var olmuştur. Büyük dönemin komünist işçileri enternasyonalist proletaryadan yanaydı ama illa da göçmenleri sevmiyorlardı. Mesele bireysel davranışlar meselesi değil, kolektif simgesel inşa biçimleri meselesi. 1990’lı yıllardan beri, devletin faaliyetleri ve (sözde solcu) entelektüel sınıf kaynaklı ideolojik kampanyalar tarafından yürütülen bir yukarıdan ırkçılık biçimi kurulmuştur. Bilhassa laik ideolojinin yoldan çıkmasını kastediyorum. Bu yoğun hareketlilik yoluyla -Pasqua yasalarından [2] başörtüsü ve burka hakkındaki yasalara-, bir medeniyetler çatışmasının teşekkülüne şahit olduk. Bu halkın derinliklerinden değil devletten ve entelektüellerden geldi. Yakın zamanda göçmen avına yönelik büyük halk hareketleri görmedik. Münferit eylemler var ama yakın Tarihin diğer dönemlerinde olduğundan daha fazla değil. Yeni olan, Siyahlara ve Mağribilere saldırmak için yetiştirilmiş aşırı sağcı milisler olması değil, entegre olması imkânsız bir nüfus imgesinin resmi olarak oluşturulması. İktidarın böyle kampanyalar yürütmesinin sebebinin, temel ırkçılığın önünü almak, derinlerden gelen ve korkunç itkilere kapılmış halkın baskın yapmasından kaçınmak olduğu durmadan tekrar ediliyor. Ama derinlerden gelen bu halk bu yeni ırkçılığı tesis edenler tarafından manipüle edilen bir argüman!



Didier Eribon, Retour à Reims adlı kitabında, aile ortamındaki, yani halk arasındaki ırkçılıktan söz ediyor. Kura çekiminden bahsediyor -size yabancı olmayan bir konu- ve ailesinin iktidara gelmesini istemediğini, zira yönetmek için gerekli yeterliliklere sahip olmadıklarını anlatıyor. Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

 

Ortak meselelerin idaresine katılmak için gerekli yeterliliklere sahip olmayan insanların buna karşın ortak meseleleri iyi idare edecek kişileri seçmek için bu yeterliğe sahip olabileceğinin nasıl gerekçelendirilebildiğini pek anlayamıyorum. Bu bana temel bir çelişki olarak görünüyor. Kura çekimi fikrinde, (kesinlikle solcu bir adam olmayan) Platon’a kadar uzana şu çok kuvvetli düşünce var: Hükümetlerin en kötüsü, yönetmek/hükmetmek isteyen insanların yönetimidir/hükümetidir.  Benim temel fikrim şu ki kuraya dayalı bir temsilin neden mevcut koşullardaki temsilden daha kötü olduğunun açıklaması yok. Bir kere, kuraya dayalı temsil yönetmek isteyen insanları eler. İkincisi kayırmacılığı ortadan kaldırır. Üçüncü olarak, bizatihi seçim ilişkisine bağlı karanlık duyguların gelişmesini bertaraf eder. Pek tabii her zaman şunu söylemek mümkündür: “Ailemin, kapıcımın ya da itfaiyecimin devleti yönettiğini görmüyorum.” Bu söylenebilir. Ama neden bu görev için  bilhassa idarecilik okulu mezunlarını ya da  iş avukatlığı  üyelerini görüyoruz? Devletin, gayet belirli özel çıkarların temsilcileri tarafından yönetilmesi gerekmiyor mu? İktidar hastaları tarafından? Zira bugün karşımızda bulduğumuz kombinasyon bu: Devlet iktidar müptelaları ve mali çıkarların temsilcileri tarafından idare ediliyor. Argüman hep şu: “Onlar hangi kapıyı çalacaklarını bilirler, nasıl para alınacağını bilirler, Brüksel’deki dostlarıyla nasıl baş edeceklerini bilirler.” Tamam. Ama ya başka bir şey, çok basitçe, başka bir şey tahayyül etmek isteniyorsa. Kısa ve yenilenemez vekalet mantığıyla kısmen kurayla seçilmiş bir Meclisin, iktidar müptelalarını, yerel ileri gelenleri ve mali çıkarların temsilcilerini temsil eden bir Meclisten daha kötü olcağını düşünmek için sebep yok. Kurumlar meselesi radikal denen sol tarafından tamamen bir kenara bırakılmıştır. Biçimsel demokrasinin görünüşlerinin ekonomik tahakkümün derin gerçekliğini gizlediğini söyleyen eski Marksist ilke adına, bu sol, kamusal yaşamın dönüştürülmesi konusundaki her öneriyi bırakmıştır. Zaten açık ki halkın iktidarı meselesini tek başına çözüme bağlayacak tek çözüm olarak kurayı sunanlar, bu iktidarın öncelikle mücadelenin etkin dinamiği tarafından üretilen  bir karşı-iktidar olduğunu unutuyor. Bu karşı-iktidarın, yeni biçimlerin anlam ve güç kazanması için var olması gerekir.



Moments politiques başlıklı kitabınızda, tekrar “komünizm” kavramına ve onunla yapılması mümkün ve düşünülebilir şeylere geri dönüyorsunuz. Yapıtlarınızda anarşist gelenek hakkında çalıştınız ama sanki bu yazılarla komünist sesi benimsediniz.  

 

Atıf yaptığınız metin komünizm temalı bir kolokyumda sunuldu. Eğer biri beni anarşizm üzerine bir kolokyuma davet ederse katılırım -ama anarşizm üzerine büyük bir kolokyum düzenlemek için gerekli fonları ve lojistiği sağlamak bir komünizm kolokyumu yapmaktan daha zor (gülüşmeler). Demokratik imleyene dair kuvvetli anlamda anarşik bir tanım önerdim: İktidarı icra etmeye yetkili ve meşru br güç yoktur.  Demokrasi, esasında, anarşik imleyenin geri çağrılmasından başka bir şey değildir. Dahası anarşist gelenek ve devrimci sendikacılık üzerine çok çalıştım: Komünist fikir,  eğer herhangi birinin iktidarı fikriyse bir anlama sahiptir -ve bu anarşisttir. Liberter hareketin ve çok güçlü birçok mirasın büyük bir tarihsel kuvveti vardır. Ama şunu söylemek gerekir ki anarşizm, tarihsel olarak, çoğu kez doktriner küçük bir hizibin kurulması anlamına gelmiştir.  Anarşizmde de komünizmde de doktrincilik ve siyasi uzlaşma bulunur. Araştırmalarımda, belli sayıda liberter sendikacının Vichy’nin hizmetine girdiğini, böylece de üzerleri çizilen komünistlerin yerini aldığını tespit edebildim. Anarşizmi, sık sık kendi ağırlığıyla kösteklenen ilke ve ideoloji olarak ayırt ediyorum. Derinden anarşist bir hassasiyetim var ama bunu küçük anarşist gruplardan ayırıyorum.  Ve bu ilkeyi bugün sürdürülen karışıklıktan ayrı tutmak istiyorum: “Anarşist” diye, kara bayrağı olsun olmasın, gösterilerin sonunda para çekme makinelerini kıran insanlara diyorlar… Anarşizm öncelikle özerkliktir. Bunlar, üretim ve tüketim kooperatifleri, baskın mantıklara nazaran özerk bilgi ve enformasyon aktarımı biçimleridir. Hükümet alanından bağımsızlıktır.


...


EK


Jacques Rancière’in 4 Ağustos 2009’da Philosophie Magazine’e verdiği mülakattan bir parçadır:


Rancière, polis (la police) ile politika (la politique) arasında ayrım yapar, polis iktidar ilişkilerinin oldukları halleriyle muhafazasıdır, yani hakim olanların ilişkisidir, oysa politika ancak “paysızların payı”yla, karar verme ve yönetme konusunda hiçbir yeterliği olmayanların görünürlüğüyle başlar.



Politika nedir? Ve onu, sizin” polis” diye adlandırdığınız şu geçici kategoriden ayıran nedir?

 

“Polis” toplumun, mekânlara, işlevlere, yeterliklere, ve iyice tanımlanmış olma  tarzlarına tekabül eden, parçalara bölünebilir bir bütün olarak örgütlenmesidir. Bu, bu dengenin, bunu yapmaya “ehliyetli” olanlar tarafından idaresi olarak hükümet anlayışıdır. Eskiden toplumun din adamları, savaşçılar ve işçiler halinde üçe bölünmesi olabilmişti bu. Ama aynı zamanda, falanca fikri hangi toplumsal grubun ya da yaş sınıfının paylaştığını bize söyleyen modern kamuoyu yoklamasıdır. Bizim toplumlarımızda bu, bireylerin uyuşmasından ziyade olasının verilerini sabitlemenin usulü olan bir mutabakat (konsensüs) biçimi alır. Mutabakat, toplumun tüm parçalarının, topluma sorun çıkaran tüm meselelerin nesnelleştirilebileceğini ve onların uzmanlara tabi sorunlara indirgenip sonra da kurulmuş partnerler arasında görüşülebileceğini varsayar. Politika ise, tersine, bizzat verilerin ihtilaflı olduğunu, ortaklığın daima grupların ve toplumsal çıkarların her türlü koleksiyonununa, derlemine göre fazlalık oluşturduğunu ve hiçbir grubun yönetme ehliyetini elinde tutmadığını koyar. Politika kendini paysızların payıyla özdeşleştirir, bu dışlanmışların payı değil, her kim olursa olsun onun eşit kapasitesi anlamına gelir. 

 

Politik özne kimdir?

 

Bir politik özne toplumun bir parçası ya da bir iktidar aygıtı değildir. Paysızların payının temsilcisidir, tanınmış partnerlerin ve kurumların ötesinde politik alanın açıklığının bir işlemcisidir. Sözgelimi “işçi hareketi” işçi menfaatlerinin temsilcisi değildi, iş dünyasına mensubiyetleri nedeniyle yurttaşlıklarını icra etmekten men edilen herkesin kapasitesinin olumlanmasıydı. Şunu da ekleyelim ki bir politik özne sabit bir kendilik (entité) değildir. O ancak eyemleriyle, verilerin oluşturduğu manzarayı değiştirme, görülmeyeni gösterme, duyulmayanı duyurma kapasitesiyle vardır. O, ortak meselelerle meşgul olacak herhangi birinin kapasitesinin etkin, fiili dışa vurumu olarak vardır.



Demokrasi hangi bakımdan bir skandaldır?

 

Demokratik skandal daha Platon’da hissedilir durumdadır. İyi aileden gelen bir Atinalı için, herhangi birinin yönetme kapasitesi gibi bir fikir kabul edilemezdir. Ama demokrasi aynı zamanda teorik bir skandal olarak ortaya çıkar. Tesadüfün yönetimidir, hükümetin icrasını ayakta tutan tüm meşruiyetin olumsuzlanmasıdır. İktidarın meşruluğunun bulunmaması şeklindeki bu skandalı sosyolojik bir kipe taşıyarak, demokrasiyi, herkesin istediğini yaptığı, çocukların ailelerine hükmettiği, öğrencilerin hocalarına ders verdiği, hayvanların yolları işgal ettiği vs. devasa bir kerhane olarak temsil eder. Bugün tüketimci bireycilik hakkında duyduğumuz bütün gevezelikler, demokrasinin ilk eleştirisinin büründüğü çağdaş kisveden başka bir şey değil.


Bu demokrasi nefreti neden tam da bugün geri dönüyor?

 

Sovyetçiliğin sonu tayin edici oldu. Totaliter düşmanın kimliği belirlenebildiği sürece, anayasal bir sistemin, serbest piyasanın ve bireysel özgürlüğün değerlerinin birliği olarak demokrasiye dair mutabakata dayalı bir vizyonu beslemek mümkün olmuştur. Devlet ve finans oligarşileri kendi iktidarlarını bu birliğin idaresi ile özdeşleştirebilmişlerdir. Sovyetlerin çöküşünden sonra, küreselleşmiş oligarşik iktidarın talepleri ile herhangi birinin iktidarı fikri arasındaki fark, mesafe hızla ortaya çıktı. Ama aynı zamanda, işsiz Marksist eleşiri demokrasi eleştirisinde tekrar dolaşıma girdi. Marksizm menşeili yazarlar meta, tüketim ve gösteri toplumu eleştirisini, doyumsuz tüketici olarak demokratik bireyin eleştirisine dönüştürdüler. Daha önceleri kapitalist tahakkümün mantığı olarak algılanan şey, bireylerin kötülüğü haline geldi ve uç noktada, demokratik bireyin totalitarizmin müsebbibi olduğu ilan edildi. Jean-Claude Milner soykırımı demokrasinin neticesi, Alain Finkielkraut, kenar mahallelerdeki isyanları tüketimci barbarlığın dışavurumu diye açıklıyordu.



Politika ile estetik arasında nasıl bir bağlantı kurulabilir?

 

Estetik bir disiplin değil, Fransız devrimi döneminde doğan ve kendi usulünce hiyerarşik düzeni yeniden tartışma konusu yapan sanata dair bir düşünme tarzıdır. Bu öncelikle eserlerin varış noktasıyla ilgilidir. Eserler daha önce dini inancı tasvir etmeye, monarkların önemli zamanlarını kutlamaya veya aristokratik konutları dekore etmeye yönelikti. Sanat işleri artık belirsiz bir alıcıya, muhataba ait. Bir müzedeki resimler geçen herhangi bir kişinin bakışlarına sunuyorlar kendilerini. Sanatların statüsündeki bu değişim etrafında estetik deneyimin özgüllüğü üzerine bir düşünüm gelişir. Kant’ta bu, anlayış yetisinin kendini duyarlığa dayattığı bilginin hiyerarşik yapısından kopar. Schiller bundan, duyusal yaşamın biçimlerinde bir devrim fikrini çıkarır. Estetik eşitlik aynı zamanda konuların ve türlerin hiyerarşisinin yıkılmasıdır. 19. yüzyılda romanın zaferi estetik demokrasinin zaferidir. Roman, öznesi herhangi bir kişi olan  yazma sanatıdır. Eşitlikçi duyulur yeni bir dünyanın yaratılmasına katkıda bulunan estetik bir özgürlük ve eşitlik vardır. Ama bu eşitlik yine de politik savaşçıların eşitliği ile aynı değildir.



Çeviren: Murat Erşen


 
 

[1] 15-M hareketi için bkz. [İlgili bağlantı]

[2] Jacques Chirac ve Édouard Balladur hükümetlerinde İçişleri Bakanlığı yapan Charles Pasqua’nın 1986’da çıkardığı kanun “göçmen”, “işçi” kimlikleri öne çıkararak, insan hareketliliğini sınırlayan belli kurallar getirdi, Fransa’ya yerleşen göçmenleri de kendi ülkelerine geri dönmeye teşvik eden düzenlemeler ortaya koydu. Sarkozy yönetimine kadar bu son derece “ihtiyatlı” göçmen politikası 2005 ve 2007 yıllarında kendisini “seçici göçmenlik” adı altında yeniden tanımladı. “Pasqua Yasaları, Fransız göç politikasına ilişkin en kısıtlayıcı düzenlemeler arasında gösterilebilir. Söz konusu yasa ile “sıfır göç politikası” yasal olarak düzenlenmiş ve Fransa göç politikasının yeni yönü belirginleşmeye başlamıştır. Yapılan düzenleme ile yabancı üniversite mezunlarının Fransız işverenlerden iş kabul etmeleri yasaklanmakta, aile birleşimi için gereken bir yılık bekleme süresi iki yıla çıkarılmakta ve evlilik öncesinde ülkede yasadışı olarak yaşayan yabancıların oturma iznini hak edemeyecekleri kabul edilmektedir. Bunun yanı sıra, düzenlemeler ile polis memurlarına herhangi bir şüpheli davranışa gerek olmaksızın kimlik kontrolü yapma hakkı verilmekte ve yabancı ailelerden doğan çocuklarının vatandaşlık kazanmasına ilişkin mevcut sistem değiştirilerek söz konusu çocukların 16 yaşına geldiğinde Fransız olma yönünde irade ortaya koymaları gerekliliği getirilmektedir. Pasqua yasaları ile ayrıca yerel yetkililere şüpheli gördükleri evlilikleri iptal etme yetkisi tanınmakta, Fransa’dan sınır dışı edilen bir kimsenin bir yıl boyunca Fransa topraklarına girmesi yasaklanmakta ve yasa dışı göçmenlerin zorunlu eğitim ve acil sağlık hizmetleri dışında kalan, geçim yardımları gibi kamu imkânlarından faydalanma hakları kaldırılmaktadır.” [İlgili bağlantı]

Comments


Commenting has been turned off.
Üst
bottom of page