''Ortadan kaybolan ateşböcekleri değil, görme arzusudur, umut ilkesidir, yeni ateşböcekleri arama kabiliyetidir. Olan sadece, bir avuç ateşböceğinin mücadele gücünden fışkıran diyalektik vizyonun yerini diyalektik olmayan bir umutsuzluğa bırakmasıdır. Oysa meydan bu kadar kolayca totaliter makineye bırakılamaz.''
07/23 | Çeviri
“Dün akşam, gezintiye çıkmışken, bir duvar çatlağında bir ateşböceği gördüm. Bu kırlarda, en az kırk yıldır ateşböceği gördüğüm yoktu, o yüzden ilkin taşları örmekte kullanılan alçının bir kırığı ya da bir ayna parçasıdır da, mehtap dalların arasında nakışını işlerken o yeşilimsi pırıltıları yansıtıyor sandım. Ateşböcekleri kayıplara karışalı öylesine uzun yıllar geçmişti ki, geri döndüklerini hemen akıl edemezdim. Artık ancak anıları kalmıştı geriye: bir zamanlar doğanın ufacık ayrıntılarına dikkat eden, onlardan oyunlar, keyif fırsatları yaratan çocukluğun anıları. Ateşböceklerine cannileddi di picuraru [Sicilya lehçesinde, “çoban fenercikleri”] derdik; öyle derdi köylüler. Çobanın yaşantısı, sürüye bekçilik ederek geçirilen, ona ürkütücü karanlığın içinde bir kutsal kalıntı ya da ışığın anısı gibi ateşböcekleri armağan eden geceler, öylesine çetindi gözlerinde…
Sahiden bir ateşböceğiydi duvarın çatlağındaki. Yüreğime yoğun bir neşe doluverdi. Çifte bir neşe. Sanki ikiye katlanmış bir neşe. Yeniden kavuşulmuş bir zamanın neşesi –çocukluk, anılar, bir an önce sessiz olan o yer seslerle, oyunlarla doluverdi– ve kavuşulacak, yaratılacak bir zamanın neşesi. Pasolini ile birlikte. Pasolini için. Artık zamanın dışına çıkmış, ama bir vakitler İtalya olan bu korkunç ülkede; nihayet kendi kendisi olmuş Pasolini…
Ateşböcekleri, diyordum. Ve işte burada Pasolini için yazıyorum –acıma ve umut–, aradan yirmi yılı aşkın süre geçmişken, yarıda kesilmiş bir mektuplaşmayı yeniden başlatırcasına: “Senin yok oldu sandığın ateşböcekleri, geri dönmeye başlıyorlar. Onca yıl sonra, dün akşam birini gördüm. Hem ağustosböcekleri de öyle, dört-beş yıldır seslerini işitmemiştim, şimdiyse geceler onların uçsuz bucaksız cızırtısıyla dopdolu.” [1]
SUNUŞ
Guy Debord Kasım 1967’de yayımladığı La Société du spectacle’ta (Gösteri Toplumu) şöyle yazıyordu: “Gerçeklik gösteri içinde birdenbire belirir; gösteri gerçektir. Bu karşılıklı yabancılaşma, var olan toplumun özü ve dayanağıdır… gösteri yaşamın gözle görülür yadsınmasıdır.” 1988’e gelindiğinde durum daha vahimdi, gösteri ülke ve ideoloji ayırmadan her yeri ve her şeyi ele geçirmişti. Debord bu tarihte yayımladığı Comments on the Society of the Spectacle’ta son derece güçlü hale gelmiş gösteriye direnmenin artık mümkün olmadığını yazıyordu. 1994’te intihar etti. Onun çağdaşı, İtalyan Yeni Gerçekçi Sineması’nın en sıra dışı yapıtlarından bazılarına imza atmış, yönetmen, şair, romancı, diğer “gece bekçisi” Pier Paolo Pasolini, Debord’u iyi okumuştu ve 1974’e gelindiğinde o da gösteri toplumu tarafından yutulan bir kültürün, bir uygarlığın son titreşimlerinin de söndüğüne kâni olmuştu. Hıristiyan Demokratlar 1946’dan beri iktidardaydı, “kültürel soykırım” gerçekleşmişti, umut kalmamıştı. Ateşböcekleri ortadan kaybolmuştu. Pasolini vasiyet kabilinde bir tonda bunu yazıya döktü: L'articolo delle lucciole. İtalya’da 70'li yılların sosyal, estetik ve politik kültürünün bu kurucu metnini yeniden okuduğumuzda, tam anlamını kazanan bir başlık.
1922 doğumlu Pasolini gençliğinde faşist rejimi bizzat tecrübe etmişti. Bir yandan da kayıtlı olduğu Edebiyat Fakültesi’nde Dante’yi didik didik ediyordu. Ama İlahi Komedya’yı “[cennetindeki] büyük ışığından (luce) ziyade [Cehenem’deki] sayısız ve değişken küçük ışıkları (luciole: ateşböceği) için yeniden okuyordu” [2] Luce’tansa, parıldayan kurtçukların, ateşböceklerinin yaydığı gelip geçici, düzensiz, küçük alevlerin peşinden gidiyordu. Tıpkı Walter Benjamin’in diyalektik imgeleri gibi. Tarih bize -imge adı verilmesi gereken- geçip giden parıltılarla (ateşböcekleri!) görünür kılar kendini. Ezilenler geleneği ve direniş imkânı bu imgelerin gönderdiği sinyallerin okunabilirliğinde ve montajında yatar. Faşizm günlerinde direnmek, geceyi ışıltılı sinyallerle aydınlatmaktı, ateşböcekleri misali. Sonra Mussolini onur kırıcı bir mizansenle idam edildi ve “halk” faşizmin alt edildiğini sandı ama faşizmin küllerinden daha derin, daha yıkıcı bir felaket doğdu ve tabiri caizse antropolojik bir kırılma meydana geldi: artık ne insanlar vardı ne de bir canlı topluluğu. Neofaşizmin siyasi hegemonyası ve panoptik aygıtın yapay dev projektörleri altında ateşböcekleri kapana kısıldı, toptan yenilgiye uğradı ve yok edildi.
Georges Didi-Huberman düşünce hattı kurmak konusundaki benzersiz dehası ve engin bilgisiyle işte Pasolini’yi radikal karamsarlığa sürükleyen bu yolun izini sürer ve Ateş Böceklerinin Var Kalma Mücadelesi’nin her şeyin kıyametsi bir felaketle son ermiş gibi göründüğü yerde hâlâ devam ettiğini söyler, inatla ve umutla. Ortadan kaybolan ateşböcekleri değil, görme arzusudur, umut ilkesidir, yeni ateşböcekleri arama kabiliyetidir. Olan sadece, bir avuç ateşböceğinin mücadele gücünden fışkıran diyalektik vizyonun yerini diyalektik olmayan bir umutsuzluğa bırakmasıdır. Oysa meydan bu kadar kolayca totaliter makineye bırakılamaz. Minör parıltı kaynakları aramanın tam da zamanıdır. İş, kıyamet vizyonunu benimseyen düşünürler gibi [bkz. Agamben’e hasredilen sayfalar] son bir açığa çıkmanın, nihai bir kurtuluşun temsili olan “bütün ışıklarda daha büyük büyük bir ana ışığı” beklemek değil, “gezgin ateşböcekleri gibi kaçınılmaz olarak gelip geçici, ampirik, aralıklarla yanıp sönen, kırılgan ve birbirinden çeşitli küçük hakikat parıltılarının” peşine düşmektir.
Aşağıda okuyacağınız makale, “İtalya’da galip gelen faşizmin karanlığında -veya projektörlerin ‘acımasız ışığında’- kaybolan ateşböceklerine ve yok edilen masumiyetin insancıl sinyallerine yazılmış bir cenaze ağıtı”dır. Ve Pasolini’nin şu sözü unutulmamalıdır: “Kültür bizi barbarlığa karşı koruyan şey değildir, kültürün barbarlığa karşı korunması gerekir.”
Botticelli, Les Conseillers perfides, 1481-1488. [Dante, Cehennem’in XXVI. kantosunda, güzel yaz gecelerinde takımyıldızı gibi vadiyi süsleyen ateşböceklerinden bahseder. Onların soluk parıltısını cennetin görkemli ışığının karşısına koyar. Botticelli, İlahi Komedya’yı resimlemek için yaptığı çizimlerde, Floransa’nın hain meclis üyelerinin cehennem alevleri içindeki küçük yüzlerini temsil etmek için ateşböcekleri fikrinden yola çıkmıştır. Ancak Botticelli “bütün bunları karanlıkta resmetmeyi tercih etmediği için, Dante’nin ateşböceklerini temsil etmekte başarısız olur.” Bu şeytani ateş böcekleri ile Pasolini’nin bahsettiği arzu parıltıları arasında bir tersine dönüş gerçekleşmiştir. Bu ışıldayan, ele avuca sığmaz varlıklar direniş figürleri haline gelmiştir. Böylece Dante onları cennetin ışığından kaçan günahkârlarla ilişkilendirirken, Pasolini gözetleme kulelerinin projektörlerinden kaçmak isteyenlerin ihtiyatlı direnişiyle, yaşamın, hazzın ve ihlalin parıltısıyla özdeşleştirir. Ateşböcekleri birbirlerini severler, birbirlerini ararlar, gülerler. Onlar suçlu gecede arzu patlamaları, muzaffer faşizm karşısında masum, erotik ve yaratıcı neşenin ışıltılarıdır.]
***
ATEŞBÖCEKLERİNİN ORTADAN KAYBOLUŞU [3]
-Pier Paolo Pasolini-
“Faşizm sıfatı ile faşizm adı arasındaki ayrım aslında ‘Il Politecnico’ gazetesine, yani hemen savaş sonrası döneme kadar uzanır…” Franco Fortini’nin faşizm üzerine yaptığı bir konuşma (L'Europeo, 26 Aralık 1974) böyle başlar: hani derler ya, altına imzamı atarım bu konuşmanın. Ancak, taraflı girişine katılmam mümkün değil. Nitekim Politecnico’da “faşizmler" arasında yapılan ayrım ne yerinde ne de güncel. Yaklaşık on yıl önce, yani Hıristiyan Demokrat rejimin [4] hâlâ faşist rejimin basbayağı bir devamı olduğu zaman hâlâ geçerli olabilirdi. Ama yaklaşık on yıl önce “bir şey” oldu. Daha önce emsali bulunmayan, sadece Politecnico döneminde değil, gerçekleşmeden bir yıl önce (hatta göreceğimiz gibi, olurken) bile öngörülemeyen “bir şey”.
Bu nedenle “faşizmler” arasındaki gerçek çatışma, “kronolojik olarak”, faşist faşizm ile Hıristiyan Demokrat faşizm arasında değil, faşist faşizm ile on yıl önce baş göstermiş “bir şey”den doğan, kökten, tamamen, öngörülemez biçimde yeni faşizm arasında olabilir.
Mademki ben bir yazarım ve diğer yazarlarla polemiğe girerek ya da en azından onlarla tartışarak yazıyorum, İtalya’da on yıl kadar önce baş gösteren bu olguyu şiirsel-edebi tarzda tanımlamama müsaade edilsin. Bu, mevzumuzu sadeleştirmeye, özetlemeye (ve belki de daha iyi kavramamıza) yardımcı olacaktır.
Altmışlı yılların başlarında, hava kirliliği ve özellikle kırsal kesimlerde suların (masmavi nehirlerin ve pırıl pırıl su kanallarının) kirlenmesi nedeniyle ateşböcekleri ortadan kaybolmaya başladı. Yıldırım gibi ani, şimsek gibi göz kamaştırıcı bir fenomendi bu. Birkaç yıl geçti geçmedi, ortalıkta ateşböceği diye bir şey kalmadı. (Şimdilerde yalnızca geçmişin hayli yürek sızlatıcı bir anısı onlar ve belleğinde böyle bir anıyı saklayan yaşlı bir adam bugünkü gençler arasında kendi gençliğindeki halini bulamıyor, dolayısıyla eskilerdeki o güzelim pişmanlıkları duyamıyor yüreğinde.)
Bu nedenle, on yıl kadar önce başgösteren bu “bir şey”i ben “ateşböceklerinin ortadan kaybolması” diye adlandıracağım.
Hıristiyan Demokratların rejimi birbirinden tümüyle farklı iki aşamadan geçti, bu aşamaların yalnızca kıyaslanmaları olanaksız değil, çünkü bu bunu yapmak aralarında belli bir süreklilik gerektirir, aynı zamanda tarihsel açıdan da ortak bir ölçüye vurulamazlar. O rejimin (radikal yandaşları her zaman, haklı olarak, ona ısrarla bu adı vermişlerdir) ilk aşaması savaşın bitiminden ateşböceklerinin ortadan kaybolmasına, ikinci aşaması ise ateşböceklerinin ortadan kaybolmasından bugüne kadar olan dönemdir. Birer birer bakalım bunlara.
Ateşböceklerinin ortadan kaybolmasından önce
Faşist faşizm ile Hıristiyan Demokrat faşizm arasındaki süreklilik tam ve mutlaktır. O dönemde, hatta belki de Politecnico’da bu konuda neler söylenmiş olabileceği konusuna girmeyeceğim: kaçırılmış tasfiye fırsatı, kanunların sürekliliği [5], polis şiddeti, Anayasa’nın hiçe sayılması. Ben de son tahlilde geriye dönük tarihsel bilincin ne olduğu üzerinde durmak istiyorum. Hıristiyan Demokrat anti-faşistlerin faşist diktatörlüğün karşısına çıkardıkları demokrasi arsızca biçimseldi.
Yönetim, Vatikan tarafından yönetilen devasa orta sınıf tabakaları ve büyük köylü kitlelerinin oylarıyla elde edilen mutlak çoğunluğa dayanıyordu. Vatikan’ın böyle bir yönetimi ancak tamamen baskıcı bir rejime dayandığı takdirde mümkün olabilirdi. Bu evrende önemli olan “değerler” faşizminkilerle aynıydı: Kilise, vatan, aile, itaat, disiplin, düzen, tutumluluk, ahlak. Bu “değerler” (aslında Faşizm dönemi boyunca olduğu gibi) “aynı zamanda gerçek”ti: başka bir deyişle arkaik tarımsal ve paleo-endüstriyel İtalya’yı oluşturan özel ve somut kültürlere aittiler. Ancak bunların ulusal “değerler” oldukları varsayıldığı anda, tüm gerçekliklerini kaybedebilir ve gaddar, aptal ve baskıcı bir devlet konformizmine dönüşebilirler: faşist ve Hıristiyan Demokrat iktidarın konformizmi. Hem “seçkinler”in hem de farklı bir düzeyde kitlelerin taşralılığı, kabalığı ve cehaleti, hem faşizm döneminde hem de Hıristiyan Demokrat rejimin ilk aşamasında aynıydı. Bu cehaletin paradigması, Vatikan pragmatizmi ve biçimciliğiydi.
Bütün bunlar bugün açık ve netmiş gibi görünür, halbuki o zamanlar entelektüeller ve muhalifler aptalca umutlar besliyordu. Tüm bunların tümüyle doğru olmadığı ve biçimsel demokrasinin her şeye rağmen bir değeri olduğu umuluyordu. Şimdi ikinci aşamaya geçmeden önce geçiş anına birkaç satır ayırmam gerekecek.
Mussolini
Ateşböceklerinin ortadan kaybolması sırasında
Bu dönemde, faşizm ile Il Politecnico’da ayrıntılandırılan faşizm arasındaki ayrım bile iş görüyordu hâlâ. Nitekim, ne ülke içinde şekillenmekte olan bu büyük ülke (yani PCI [İtalya Komünist Partisi] tarafından örgütlenen işçi ve köylü kitlesi) ne de hatta en ileri ve eleştirel entelektüeller “ateşböceklerinin ortadan kaybolduğunu” fark etmişlerdi. O yıllarda Marksist analiz yönteminde krize neden olan sosyolojiyi oldukça iyi anlamışlardı, ancak anlayışları henüz yaşam deneyimiyle sınanmamıştı, esas itibarıyla teorik, biçimsel bilgiydi bu. Hiç kimse yakın geleceğin hangi tarihsel gerçekliğe gebe olduğunu algılayamadı ve o zamanlar “refah” diye adlandırılan şeyi, Marx’ın Manifesto’da tarif ettiği “soykırım”ı İtalya’da ilk kez tam anlamıyla gerçekleştirecek olan “kalkınma” kavramıyla ilişkilendiremedi.
Ateşböceklerinin ortadan kaybolmasının ardından
Tarıma dayalı ve paleo-kapitalist eski dünyanın millileştirilmiş ve dolayısıyla tahrif edilmiş “değerleri” birdenbire geçerliliğini yitirdi. Kilise, vatan, aile, itaat, düzen, tutumluluk, ahlak artık önemli değil. Sahte değerler biçiminde bile varlıklarını sürdüremediler. Marjinalleşmiş ruhban-faşizm düzeni içinde kaldılar, hatta M.S.I. bile onları reddetti. Bunların yerini köylü ve paleo-endüstriyel uygarlıktan tamamen “farklı” yeni bir uygarlık türünün “değerleri” aldı. Başka ülkeler bunu zaten tecrübe etmişti. Ancak İtalya’da, ülkemizin geçirdiği ilk gerçek “birleşme” olması bakımından oldukça benzersizdi; oysa diğer ülkelerde bu birleşme, monarşik birleşme ve ardından gelen burjuva ve sanayi devrimlerinin birleşmeleriyle belirli bir mantıkla örtüşüyordu. “Arkaik” çoğulculuk ile endüstriyel eşitleme arasındaki çatışmanın yarattığı İtalya travmasının tek emsali belki de Hitler öncesi Almanya’ydı. Orada da, çeşitli özgül kültürlerin değerleri, sanayileşmenin şiddetli tanıma süreciyle yok edildi: bunun sonucunda, artık eski köylü ya da zanaatkâr köklerinden uzaklaşmış ama modern bir burjuva geçmişine de sahip olmayan, vahşi, sapkın, öngörülemez Nazi birliklerini oluşturan koskoca kitleler ortaya çıkmıştı.
Georges Didi-Huberman
Benzer bir durum şu an İtalya’da da yaşanıyor: üstelik daha büyük bir şiddetle, çünkü altmışlı ve yetmişli yılların sanayileşmesi İtalya’yı, elli yıl öncesinin Almanya’sına kıyasla bile kesin bir “mutasyon”a uğratmıştır. Artık herkesin bildiği gibi, “yeni bir çağla” değil, insanlık tarihinin bin yılda bir gördüğü yeni bir çağla karşı karşıyayız. İtalya halkı bu tarihi travmayla yüzleşirken ancak bu kadar kötü tepki verebilirdi. Sadece birkaç yıl içinde (özellikle Orta ve Güney İtalya’da) yozlaşmış, gülünç, canavar ve cani bir halk haline geldi. Bunu anlamak için sokağa çıkmak yeterli. Ancak tabii ki insanlardaki değişimleri anlayabilmek için onları sevmeniz gerekir. Hem iktidar ilişkilerinin hem de popülist ve insancıl denklemlerin dışında (kaldı ki bunlara umutsuzca muhaliftim), maalesef ben İtalyanları sevmiştim. Onlara karşı hissettiğim şey, benim varoluş biçimimde / kişiliğimde kök salmış gerçek bir aşktı. Bu nedenle, tüketim temelli bir toplumun iktidarının İtalya halkının bilincini / vicdanını nasıl yeniden biçimlendirip deforme ettiğini ve bunun artık geri dönüşü olmayan bir bozulmaya dönüştüğünü “duyularımla” görebiliyordum. Bu, bireysel davranışların vicdandan tamamen kopuk olduğu faşist faşizm döneminde gerçekleşmeyen bir şeydi. Vicdan artık devreye girmediği için, “totaliter” iktidarın, davranış değişikliği yaratmaya yönelik sürekli yinelenen dayatmaları boşunaydı. Faşist “modeller”, takılıp çıkarılacak maskelerden başka bir şey değildi. Faşist faşizm yıkılınca her şey eski haline döndü. Portekiz’de de gördük bunu: Kırk yıllık faşizmden sonra Portekiz halkı, 1 Mayıs'ı sanki sonuncusu bir yıl öncekiymiş gibi kutladı.
Bu nedenle, Fortini’nin faşizm ile yaygınlaşan faşizm arasındaki ayrımı savaşın hemen sonrasına dayandırması gülünç: faşist faşizm ile Hıristiyan Demokrat iktidarın bu ikinci aşamasının faşizmi arasındaki ayrımın yalnızca bizim tarihimizde değil, muhtemelen tüm tarihte karşılaştırılacak bir temeli yoktur.
Ancak, beni yürekten ilgilendirse de, bu makaleyi sadece bu hususta polemiğe girmek için değil, şimdi özetleyeceğim çok farklı bir sebeple yazıyorum:
Okurlarımın hepsi, Hıristiyan Demokratların ileri gelenlerinin geçirdiği değişimi mutlaka gözlemlemişlerdir. Birkaç ay içinde ölü maskelerine dönüştüler. Doğrudur, inanılmaz bir samimiyetle ışıltılı gülümsemeler saçmaya devam ediyorlar. Gözbebekleri alaycı bir kurnazlıkla ihanet etmediğinde, dürüst, mutlu bir iyi niyet kıvılcımı yayıyor. Görünüşe göre bu da seçmenleri en az gerçek iyi niyet kadar memnun ediyor. Dahası, ileri gelenlerimiz anlaşılmaz palavralarını atmosfere salmaya ve alışılagelmiş basmakalıp vaatlerini dillendirmeye fütursuzca devam ediyor. Bunların hepsi gerçekte basbayağı birer maske. Eminim ki o maskeleri kaldırsak altlarında kemik ya da kül yığını bile bulamayız: orada hiçlikten, boşluktan başka bir şey olmazdı. Açıklaması basit: çünkü bugün İtalya'da gerçekten dramatik bir iktidar boşluğu var. Ama mesele şu: söz konusu olan bir yasama ya da yürütme gücü boşluğu veyahut yönetimsel bir iktidar boşluğu, hatta herhangi bir geleneksel anlamda bir siyasi iktidar boşluğu değil. Ama başlı başına bir iktidar boşluğu.
Bu boşluk nasıl meydana geldi? Daha doğrusu, “İktidardaki insanlar nasıl bu hale geldi?”
Açıklama yine basit: Hıristiyan Demokrat yöneticiler, farkında olmadan “ateşböcekleri evresi”nden “ateşböceklerinin ortadan kayboluşu evresi”ne geçtiler. Bu durum suça ne kadar yaklaşmış görünse de, bu konudaki bilinçsizlikleri mutlaktı: sahip oldukları ve icra ettikleri iktidarın normal bir evrim modelini takip etmediğine, aksine biçim değiştirdiğine dair hiçbir fikirleri yoktu.
Kendi rejimlerinde her şeyin temelde aynı kalacağı konusunda kendilerini kandırdılar: örneğin, Vatikan’ın desteğine sonsuza kadar güvenebileceklerini düşündüler: ellerinde tuttukları iktidarın yoksul ve geri kalmış köylülüğün merkezi olan Vatikan için artık işe yaramadığını fark etmediler. Tıpkı faşist selefleri gibi, her zaman milliyetçi bir orduya güvenebilecekleri yanılsamasına kapıldılar. Hâlâ ellerinde tuttukları ve icra ettikleri iktidarın, neredeyse teknokratik bir polis gücü gibi yeni ulusötesi orduların temelini atmak için manevra yapmaya başladığını görmediler. Aynı şey, faşizm günlerinden bu yana sürekli tasarruf etmeye ve ahlaklı olmaya zorlanan aile için de söylenebilir. Bugün tüketim toplumunun gücü bu kuruma radikal değişiklikler dayatmıştır; hatta iş boşanmayı ve potansiyel olarak sınırsızca ya da en azından şiddetle bütünleştirdiği için daha da totaliter olan yeni iktidar şemasının izin verdiği sınırlar dahilinde başka her şeyi kabul etme raddesine kadar vardı.
Hıristiyan Demokrat iktidar sahipleri, bunu yönetebileceklerine ve hepsinden önemlisi manipüle edebileceklerine inanarak tüm bunları kabullendiler. Bunun sadece kendileri açısından değil, aynı zamanda tüm uygarlık biçimleri açısından da ölçülemez “başka bir şey” olduğunun farkında değillerdi. Her zaman olduğu gibi (bkz. Gramsci), buna dair belirtiler de yalnızca dilde ortaya çıkmıştır. Geçiş aşamasında –yani “ateşböceklerinin ortadan kaybolması sırasında”– iktidardaki Hıristiyan Demokratlar söylem biçimlerini handiyse birdenbire değiştirdiler; yepyeni (öte yandan, Latince misali anlaşılmaz) bir dil kullanmaya başladılar. Özellikle de Aldo Moro [6] kullanıyordu bu dili, yani (aralarında nasıl bir esrarlı bağlantı varsa), şimdiye değin resmi olarak başarıya ulaşan, iktidarı ne pahasına olursa olsun muhafaza etmek için 1969’dan bu yana düzenlenen tüyler ürpertici tertiplere en az bulaşmış gibi görünen kişi.
“Resmen” diyorum çünkü, tekrar ediyorum, gerçekte Hıristiyan-Demokrat yetkililer bu boşluğu gülümsemeleri ve otomatik manevralarıyla örtüyorlar. Gerçek iktidar onlar olmadan işliyor, onlarsa ellerinde sadece işe yaramaz bir aygıt tutuyorlar. Onlarla ilgili tek gerçek şey, üç parçalı meşum takım elbiseleri.
Gelgelelim, tarih boşluk kaldırmaz. Tarihe ancak soyut olarak ya da saçmalık temelinde akıl yürüterek boşluk atfedilebilir. Sözünü ettiğim boşluğun halihazırda, tüm ülkeyi alt üst etmesi kaçınılmaz olan bir kriz ve yeniden yapılanma tarafından dolduruluyor olması muhtemeldir. Bunun bir göstergesi de “marazi” bir darbe beklentisidir.
Hani neredeyse mesele sanki, otuz yıldır bizi korkunç bir şekilde yöneten ve İtalya’yı ekonomik, ekolojik, kentsel ve antropolojik felakete sürükleyen bir grup insanı değiştirmekten ibaretmiş gibi! Gerçekte, eski faşist iktidar aygıtının yapay olarak güçlendirilmesiyle, bu “kuklalar”ın [teste di legno: odun kafalıların] yerine (daha az değil ama daha karnavalesk olacak) başka “kuklalar”ın sahte bir şekilde geçirilmesi hiçbir işe yaramayacaktır (Böyle bir şeyin gerçekleşmesi durumda, “birlik”in (“truppa”), yapısı gereği zaten Nazi olacağı açıktır). “Kuklalar”ın son on yıldır gerçekliğinin farkına varmadan hizmet ettikleri gerçek iktidar, bu boşluğu çoktan doldurabilecek bir şeydir (bu ayrıca, İtalya’nın bozgunu / çöküşü sırasında doğan büyük komünist ülkenin hükümetine olası bir katılımı da beyhude hale getirecektir: çünkü mesele “yönetmekle / hükümet etmekle” ilgili değil). Bu iktidarı basitçe tekniklerin “modernize edilmesi”nden ibaret sanan uşakların yerini doğrudan doldurunca onun “ne gibi biçimler” alacağını tahayyül edemiyoruz. Her halükârda, kendi payıma ben (eğer bu okuyucuyu ilgilendiriyorsa) açık konuşayım: Çok uluslu bir şirket olsa bile, bir ateşböceği için Montedison’un [Pasolini’nin film şirketi] tamamını verirdim.
Çeviren ve Notlandıran: Murat Erşen
Kaynak:
[1] Leonardo Sciasca, Aldo Moro Vakası, çev. ve sunuş. Neyyire Gül Işık, YKY, 2016, s. 19-20.
[2] Georges Didi-Huberman, Ateşböceklerinin Var Kalma Mücadelesi, çeviri ve sunuş: Halil Yiğit, Norgunk, 2023, s. 31.
[3] L'articolo delle lucciole başlıklı, neredeyse vasiyet niteliğindeki bu meşhur metnin ilk versiyonu, Pasolini’nin 2 Kasım 1975’te hunharca katledilmesinden birkaç ay önce, Il vuoto del potere in Italia(“İtalya’da İktidar Boşluğu”) adıyla 1 Şubat 1975 tarihli Corriere della Sera gazetesinde yayınlanmış, daha sonra, Pasolini’nin 1973-75 yıllarında çeşitli gazetelerde çıkan ve İtalya toplumunu konu alan yazılarını bir araya getiren Scritti corsari (Korsan Yazılar) adlı kitapta yer alınca okurların belleğinde “Ateşböcekleri Yazısı” diye kalmıştır.
[4] “Hıristiyan Demokrat Parti, ABD desteğiyle ve halkı genellikle inanç sahibi Katolik olan ülkede büyük manevi nüfuza sahip Papalık makamıyla derin, sıkı ilişkiler içinde kurulmuştu; bunlara mafyayla olan ve çoğu karanlıkta kalan bağlantıları da eklenmeli. O özgür İtalya aynı zamanda, Avrupa’nın en güçlü Komünist Partisi’ni de barındırıyordu. 60’lı yıllarda ekonomik mucizesini gerçekleştirerek o güne değin tanımadığı bir refaha kavuşan ülke, 70’lere varıldığında kutuplaşmış durumdaydı; sendikaları, aydınları, öğrencileriyle tedirgindi, gergindi, barut fıçısına dönmüştü. Devleti bütün güçleri ve kurumlarıyla elinde tutan Hıristiyan Demokrat Parti, giderek gelişen ve çeşitlenen sol kesimin gözünde, toplumda sınıfsal ayrıcalıklarını korumaya kararlı, sarsılmaz bir burjuva egemenliğinin temsilcisiydi. O nedenle, gerek partinin ileri gelen temsilcileri, gerekse onların “uşakları” olarak görülen güvenlik kuvvetleri, 70’lerde yaygınlaşan devrimci şiddet eylemlerinin hedefi olacaklardı.” Leonardo Sciasca, Aldo Moro Vakası, çev. ve sunuş. Neyyire Gül Işık, YKY, 2016, s. 7 [“Sunuş”].
[5] 1930 İtalyan Ceza Yasası, genellikle Rocco Yasası olarak anılır, “devletin şahıs olarak kendine özgü doğrudan yararları olduğu” anlayışına dayalı bu faşist yasa adını yürürlüğe girdiğinde Mussolini yönetiminde olan adalet bakanı Arturo Rocco’dan alır (ç.n.).
[6] Aldo Moro (23 Eylül 1916 - 9 Mayıs 1978), İtalyan politikacı ve 1963-1968 ile 1974-1976 tarihlerinde İtalya Başbakanlığı görevinde bulunan Hıristiyan Demokrat lider. 1947’den beri ülkeyi yönetmekte olan Hıristiyan Demokrat Parti’nin Başkanı Aldo Moro Kızıl Tugaylar olarak bilinen radikal bir sol örgüt tarafından kaçırıldı. Elli beş gün “halk hapishanesi”nde tutulup, halk mahkemesine çıkarıldıktan sonra hakkında verilen ölüm hükmü uygulandı. Cesedi bir otomobilin bagajına sıkıştırılmış halde teslim edildi. (ç.n.).
Comments