Giorgio Agamben
Bizim çağımız, dışlanmışların halkını kökten biçimde elemek suretiyle, halkı bölen yarılmayı doldurma yönündeki -yatıştırılamaz ve yöntemsel- bir teşebbüsten başka bir şey değildir.
11/24 | Çeviri
1- “Halk” kelimesinin siyasi anlamına dair her yorum şu müstesna olgudan başlamalıdır: Modern Avrupa dillerinde bu kelime daima aynı zamanda yoksulları, temel sosyal haklardan mahrum olanları, dışlanmışları belirtir. Aynı kelime kurucu siyasi özneyi olduğu kadar, hukuktan olmasa dahi siyasetten dışlanmış sınıfı da kapsar.
Fransızca peuple, İtalyanca popolo, İspanyolca pueblo (tıpkı karşılık düşen sıfatlar popüler, populaire, popolare, popular ve bunların hepsinin türediği aşağı Latince populus ve popularis sözcükleri gibi) gerek gündelik dilde gerek siyasi lügatta, hem (“İtalya halkı” ya da “halk yargıcı”nda [1] olduğu gibi) tek/bölünmez (üniter) siyasi gövde olarak yurttaşların bütününü hem de (“halk adamı”, halkın yaşadığı yerler anlamında “kenar mahalle” [2] ya da “halk cephesi”nde olduğu gibi) aşağı sınıfa mensup olanları belirtir. Daha ayrımsız bir anlama sahip olan İngilizce people bile buna rağmen, zenginlere ve soylulara karşıt olarak, ordinary people (sıradan insanlar, halk) anlamını muhafaza eder. Böylece Amerika Anayasası’nda hiçbir ayrım olmaksızın şunları okuruz: “We people of the United States ….” [3]; ama Lincoln bir “Government of the people by the people for the people” [4] tanımına başvurduğunda, tekrar zımni olarak ikinci bir halkı ilk halkın karşısına koyar. Bu muğlaklığın Fransız Devrimi boyunca (yani tam olarak halk egemenliği ilkesinin talep edildiği vakitte) bile özsel olması, dışlanmış sınıf olarak halka duyulan merhametin orada oynadığı tayin edici rol tarafından tasdik edilir. Hannah Arendt şunu hatırlatır: “Bu sözcüğün bizatihi tanımı, “acıma”dan çıkmıştı ve bir terim olarak, talihsizlik ve de mutsuzlukla/bahtsızlıkla eş anlama geliyordu, “Le peuple, les malheureux m’applaudissent” [halk, yani bahtsızlar beni alkışlıyor] diyen Robespierre ya da devrimin en kalpsiz, en ciddi figürlerinden biri olmasına karşın “Le peuple toujours malheureux” [halk her zaman mutsuzdur] diyen Sieyès de bu eşleştirmeyi yapacaklardı.” [5] Ama zaten daha Bodin’de, zıt bir anlamda, demokrasinin ya da halk devletinin tanımlandığı Cumhuriyet bölümünde kavram ikilidir: egemenliğin sahibi gövde olarak halkın (peuple en corps) karşısında, bilgeliğin siyasi iktidardan dışlanmasını önerdiği le menu peuple (aşağı sınıf, halk, fakir fukara) yer alır.
2. Bu kadar yaygın ve sabit bir semantik muğlaklık tesadüfi olamaz: Batı siyasetinde halk kavramının doğasına ve işlevine içkin bir ikianlamlılığı yansıtıyor olsa gerek. Aslında her şey, sanki bizim halk dediğimiz şey gerçekte tek/bölünmez bir özne değil de iki zıt kutup arasında diyalektik bir salınımmış gibi olup bitmektedir: Bir yandan yekpare siyasi gövde olarak bütün/büyük küme Halk, öte yandan da muhtaç ve dışlanmış gövdenin parçalı çokluğu olarak alt küme halk; orada artakalan bırakmadığı iddiasındaki içleme, burada umutsuzluğun farkında dışlama; bir uçta entegre olmuş ve egemen yurttaşların total devleti, diğer uçta bedbahtların, ezilmişlerin, mağlupların ardiyesi -la cour des miracles [6] ya da kamp. “Halk” sözcüğünün tek ve derli toplu bir göndergesi bu anlamda hiçbir yerde yoktur: Tıpkı (bu bakımdan Abel’in ve Freud’un Urworte [ilksel/kökensel söz(cük)ler] kavramına ya da Dumont’nun hiyerarşik ilişkilerine benzer) birçok temel siyasi kavram gibi ‘halk’ da iki uç arasında ikili bir hareketi ve karmaşık bir ilişkiyi belirten kutuplu bir kavramdır. Ama bu aynı zamanda, insan türünün siyasi bir gövdede teşekkülünün temel bir yarılmadan geçtiği ve kökensel siyasi yapıyı tanımlayan şu kategori çiftlerini “halk” kavramında kolayca tanıyabileceğimiz anlamına gelir: Çıplak hayat (halk) ve siyasi varoluş (Halk), içleme ve dışlama, zoe ve bios. Aslında, “halk” öteden beri kendinde temel biyopolitik kırılmayı taşır. O, mensubu olduğu bütünde içerilemeyendir ve oldu olası içerildiği kümeye ait olamaz.
Siyaset sahnesinde ne zaman anılsa ya da oyuna sürülse yarattığı çelişkiler ve çıkmazlar işte bundan kaynaklanır. O öteden beri varolan ve yine de gerçekleşmek zorunda olandır: Her kimliğin arı kaynağıdır ama buna rağmen dışlama, dil, kan, toprak yoluyla durmadan yeniden tanımlanması ve arındırılması gerekir. Ya da tam tersine, özü itibarıyla kendi kendinde eksik olandır ve dolayısıyla gerçekleşmesi kendi ilgasıyla çakışır; halk, var olabilmek için, zıttıyla kendi kendini yadsımak zorundadır (halkın ortadan kaldırılmasını hedeflediği halde yüzünü halka dönen işçi hareketlerine özgü çıkmazların kaynağı budur). Sırasıyla gericiliğin kanlı sancağı ve devrimlerin ve halk cephelerinin belirsiz bayrağı olan halk her halükârda dost-düşman ayrılmasından daha kökensel bir yarılma ihtiva eder; içerdiği kesintisiz bir iç savaş onu her ihtilaftan daha çok böler ve bir yandan birliğini sürdürürken onu başka herhangi bir kimlikten daha sağlam biçimde kurar. Ve hatta, yakından bakıldığında, Marx’ın sınıf savaşımı dediği ve bir yandan esas itibarıyla belirsiz kalsa da, düşüncesinde böylesi merkezi bir yer işgal eden şey, her halkı bölen ve ancak sınıfsız toplumda ya da mesiyanik hükümdarlıkta Halk ve halk çakıştığında ve artık tam da hiç halk olmadığında sona erecek bu dahili savaştan başka bir şey değildir.
3. Halkın kendi içinde temel biyopolitik çatlağı zorunlu olarak barındırdığı doğruysa, o zaman yüzyılımızın tarihinden tayin edici bazı sayfaları yeni bir tarzda okumak mümkün olacaktır. Zira, iki “halk” arasındaki savaş kuşkusuz öteden beri devam etmekteyse de bizim dönemimizde nihai ve en uç noktaya varan bir atılımla hızlanmıştır. Roma’da halkın iç bölünmesi, her biri kendi kurumlarına ve kendi mahkemelerine sahip olan populus ve plebs arasındaki çok açık ayrımla hukuki olarak tasdik edilmiştir, tıpkı Orta Çağ’da “popolo minuto” ve “popolo grasso” arasındaki ayrımın [7] sanatların ve zanaatların belirgin eklemlenişine tekabül etmesi gibi; ama Fransız Devrimi’nden itibaren halk egemenliğin tek taşıyıcısı haline gelince, halk can sıkıcı bir mevcudiyete dönüşür ve sefalet ile dışlama ilk kez herhangi bir bakımdan müsamaha gösterilmesi namümkün bir skandal olarak ortaya çıkar. Modern dönemde sefalet ve dışlama sadece sosyal ya da ekonomik kavramlar değil son derece politik kategorilerdir (modern politikaya hâkimmiş gibi görünen her türlü ekonomizm ve “sosyalizm” aslında politik ya da daha iyisi biyopolitik bir anlama sahiptir.) Bu bakış açısından, bizim çağımız, dışlanmışların halkını kökten biçimde elemek suretiyle, halkı bölen yarılmayı doldurma yönündeki -yatıştırılamaz ve yöntemsel- bir teşebbüsten başka bir şey değildir. Bu girişim, farklı tarzlara ve ufuklara göre, bir ve bölünmez bir halk yaratmak gibi son tahlilde beyhude fakat sanayileşmiş tüm ülkelerde kısmen gerçekleştirilmiş bir projede birleşmiş sol ile sağı, kapitalist ülkeler ile sosyalist ülkeleri yakınlaştırır. Eğer gelişme takıntısı günümüzde bu kadar etkiliyse, bunun sebebi bu takıntının çatlaksız bir halk üretmek şeklindeki biyopolitik tasarıyla kesişmesidir.
Nazi Almanyası’nda Yahudilerin imhası, bu açıdan, kökten yeni bir anlam kazanır. Ulusal siyasi gövdeyle bütünleşmeyi reddeden halk olarak (gerçekten de asimilasyonlarının herbirinin aslında sadece taklit edilmiş olduğu varsayılır) Yahudiler, halkın, modernitenin zorunlu olarak kendi içinde yarattığı ama varlığı kesinlikle tahammül edilemez olan bu çıplak hayatın en âlâ temsilcisi ve neredeyse yaşayan simgesidir. Yekpare siyasi gövde olarak halkın en âlâ temsilcisi olan Alman Volk’unun (Halk’ının) Yahudileri ebediyen yok etmek için gösterdiği apaçık hiddette Halk ile halkı bölen iç savaşın uç safhasını görmek zorundayız. (Çingeneleri ve diğer entegre edilemeyenleri hiç de kazara denemeyecek bir şekilde sürükleyip götüren) Nihai Çözüm ile birlikte, Nazizm, kökensel biyopolitik yarığı doldurmuş halk olarak Alman Volk’unu sonunda yaratmak üzere, Batı’nın siyasi sahnesini esrarengiz biçimde ve boş yere bu dayanılmaz gölgeden kurtarmaya çalışır (bu yüzden Nazi liderleri, Yahudileri ve Çingeneleri elimine ederken aslında diğer Avrupa halkları için de çalıştıklarını bu denli saplantılı biçimde yinelerler.) Freud’un Es (id, O) ve İch (Ben) arasındaki ilişkiye dair postülasını [8] açımlamak suretiyle, modern biyopolitiğin “çıplak hayatın olduğu yerde Halk olacaktır” ilkesi tarafından yönetildiği söylenebilir. Tabii yine de, hemen bu ilkenin tersten ifade edilişinin de -“Bir Halkın oluğu yerde, çıplak hayat olacaktır”- geçerli olduğunu eklemek koşuluyla. Tüm Alman halkını ölüme adanmış kutsal yaşama ve (akıl hastalarını ve kalıtsal hastalık taşıyanları yok ederek) sonsuzca arındırılması gereken biyolojik gövdeye dönüştürünce, (Yahudilerin simgesi olduğu) halkı saf dışı ederek doldurulduğu sanılan bu yarık böylece yeniden üretilmiş olur. Ve bugün, farklı ama benzer tarzda, yoksul sınıfları gelişme ve ilerleme yoluyla saf dışı etmeye yönelen demokratik-kapitalist proje kendi içinde sadece dışlanmışlar halkını yeniden üretmekle kalmaz, tüm üçüncü dünya nüfuslarını da çıplak hayata dönüştürür. Yalnızca Batı’nın temel biyopolitik yarılmasını hesaba katmayı bilecek bir siyaset bu salınımı durdurup, halkları ve yeryüzünün şehirlerini bölen iç savaşı nihayete erdirebilecektir.
Çeviren ve notlandıran: Murat Erşen
[*] Bu Yazı 11 şubat 1995’de “La double identité du peuple” başlığıyla Liberation’da yer almıştır. Orijinal metni internette okumak için: [İlgili bağlantı]
[**] Bu yazı daha sonra “Qu’est-ce qu’un peuple?” başlığıyla şu kitapta yer almıştır: Giorgio Agamben, Moyen sans fin-Notes sur la politique, Rivage, 2002, ss. 39-46
[1] Juge populaire: Sovyetlerde onursal unvan “narodnyi soudia”: halk tarafından seçilen yargıç.
[2] quartier populaire
[3] “Biz, Birleşik Devletler Halkı, daha mükemmel bir Birlik yaratmak, adaleti sağlamak, ülke içinde huzuru güvence altına almak, ortak savunmayı gerçekleştirmek, genel refahı artırmak ve özgürlüğün nimetlerini kendimize ve gelecek kuşaklara sağlamak için bu Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’nı takdir ve tesis ediyoruz.” [İlgili bağlantı]
[4] “Halkın halk tarafından halk için yönetimi.”
[5] Hannah Arendt, Devrim Üzerine, çev. Onur Eylül Kara, İletişim, 2012, s. 96
[6] Türkçeye “sefiller mahallesi”, “mucizeler evi” diye farklı şekiller çevrilen ve aslında Victor Hugo’nun Notre-Dame’ın Kamburu romanıyla daha bilinir hale gelen “la cour des miracles”: Ortaçağda (özellikle Paris’te) toplum dışına itilmiş insanların, fahişelerin, hırsızların, ihtiyarların, dilencilerin, sakatların vs. bir araya geldiği, kısacası kolektif bir histeri operasının sergilendiği hukuksuz bölgelerdi: “…..sadece bir dilenci gibi sadaka toplamak değil, aynı zamanda bir yan kesici ve hırsızın el çabukluğuna sahip olmak da gerekliydi. Bu sanatlar toplumun süprüntülerinin geleneksel buluşma yeri olarak iş gören ve genelde Cours de Miracles (Mucizeler Evi) olarak bilinen yerlerde öğrenilirdi. Bu evlere, daha doğrusu tesislere, bu adın verilmesinin nedeni -on yedinci yüzyılın başlarında yaşamış bir yazarın sözlerine inanacak olursak- şudur: "Çünkü haydutlar... ve diğerleri, bütün günü topal, çolak, yaralı bereli ve her türlü bedensel dertten mustarip bir halde geçirdikten sonra, akşamleyin kollarının altında bir parça bonfile veya koyun budu ve bir şişe şarapla eve gelirler; eve girdiklerinde, değneklerini bir kenara fırlatıp sağlıklı ve neşeli hallerine bürünür, ev sahibi yemeklerini hazırlarken antik Bakkhos eğlencelerini taklit edercesine ellerinde ganimetleriyle çeşit çeşit danslar ederler. Sakatların dimdik yürüdüğü bu evde görülenlerden daha büyük bir mucize olabilir mi?” Ervin Goffman, Günlük Yaşamda Benliğin Sunumu, çev Barış Cezar. Metis, 2014 (3. bas.), s. 124.
[7] Popolo, komünal İtalya’da şehir nüfusunun bir bölümünü belirtir. Zengin tüccarlar (bankacılar, noterler vs.) sınıfı olan Popolo grasso ile küçük zanaatkârlar, işçiler gibi daha düşük bir halk kitlesini ifade eden Popolo minuto [“zayıf”, “küçük”, sıradan halk] diye ayrılabilir.
[8] “Wo Es war, soll Ich werden” : “Id’in olduğu yerde Ben ortaya çıkmalıdır.”. Şöyle bir çevirisi de bulunmaktadır: “O nerede ise, Ben orada oluşacaktır.”
תגובות