Lisa Fittko
“Bu benim yeni kitabımın elyazması” diye açıkladı. “Ama neden onu bu yürüyüşte yanınıza aldınız?” “Benim için en önemli şeyin bu evrak çantası olduğunu anlamalısınız” dedi. “Onu kaybetme riskini göze alamam. Kurtarılması gereken bu elyazmasıdır. Benden daha önemli.”
09/23 | Çeviri
Bu anlatı, Eylül 1940’ın sonunda Walter Benjamin’e Fransa-İspanya sınırına kadar Pireneler’de eşlik eden (ve daha sonra Amerika Birleşik Devletleri’ne yerleşen) Lisa Fittko tarafından Kasım 1980’de İngilizce olarak yazılmıştır. Yazı bu İngilizce haliyle ve özellikle Benjamin’in taşıdığı “büyük siyah evrak çantasının” çözülememiş gizemiyle ilgili ek materyallerle (mektuplar) birlikte Gesammelte Schriften’ın [Toplu Yazılar] 5. cildinde (Frankfurt: Suhrkamp, 1982, s. 1184-1194) yayımlanmıştır. Bu mektuplardan biri Benjamin’in (Port-Bou, 25 Eylül 1940 tarihli) son mektubudur (s. 1203) ve hem son anlarında yanında olan Henny Gurland’a [bkz. Gershom Scholem, Walter Benjamin: The Story of a Friendship, çev. Harry Zohn (New York: Schocken, 1981), s. 224-226] hem de Theodor Adorno’ya hitaben yazılmıştır. Orijinalini yok etmenin gerekli olduğunu hisseden Henny Gurland, daha sonra mektubu, hafızasında kaldığı şekliyle yeniden, Fransızca olarak yazdı:
“Çıkışı olmayan bir durumda, buna bir son vermekten başka çarem yok. Hayatım kimsenin beni tanımadığı, Pireneler’deki küçük bir köyde son bulacak [va s’achever]. / Sizden, arkadaşım Adorno’ya düşüncelerimi [pensées] iletmenizi ve içine düştüğüm durumu anlatmanızı rica ediyorum. Yazmak istediğim tüm o mektupları yazacak kadar zamanım kalmadı.”
***
Bu olay tam kırk yıl önce oldu. Sonunda hikâyeyi yazma sözümü tutmam gerekiyor. İnsanlar şöyle deyip duruyor: Olduğu gibi yaz…
Olup biten her şeyi hatırlıyorum; sanırım hatırlıyorum. Yani gerçekleri hatırlıyorum. Peki o günleri yeniden yaşayabilir miyim? Normal hayatın neye benzediğini anımsamaya vaktimizin olmadığı, kaosa uyum sağladığımız ve hayatta kalma mücadelesi verdiğimiz o günlere geri dönmek olası mı…?
Birçok kişi, aradan geçen yılların –tam kırk yılın– olaylara bizim gözümüzde bir perspektif kazandırdığına inanıyor. Ama bana öyle geliyor ki bu perspektif, içgörü kisvesi altında kolaylıkla, sonradan farkına varılan ve her şeyi yeni baştan şekillendiren basit bir bakışa dönüşüyor… Anılarım bu tuzağa nasıl karşı koyacak?
Peki ya nereden başlayacağım?
25 Eylül 1940
Port-Vendres (Doğu Pireneler) Fransa
***
Lisa ve Hans Fittko, 1940'larda.
Birkaç saat önce uykuya daldığım çatının altındaki o dar odada uyandığımı hatırlıyorum. Birisi kapıyı çalıyordu. Alt kattaki küçük kız olmalıydı; yataktan kalkıp kapıyı açtım. Ama gelen o değildi. Uykulu gözlerimi ovuşturdum. Karşımdaki kişi Walter Benjamin’di; yani Almanlar Fransa’yı istila ettiğinde Marsilya’ya akın eden pek çok dostumuzdan biri. Genelde Yaşlı Benjamin diye bahsettiğim (ama neden böyle dediğimi bilmediğim) Walter Benjamin, sanırım kırk sekiz yaşındaydı. Peki ama buraya nasıl gelmişti?
“Gnädige Frau [Hanımefendi]” dedi, “lütfen verdiğim bu rahatsızlıktan ötürü özürlerimi kabul ediniz.” O an, Benjamin’in kibarlığı dışında tüm dünyanın dağılıp parçalandığını düşündüm. “Ihr Herr Gemahl [Sevgili kocanız]” diye devam etti, “sizi nerede bulacağımı bana söylemişti. Beni sınırı geçirerek İspanya’ya götüreceğinizi de söyledi.” Öyle mi dedi? Ah, evet, “mein Herr Gemahl” –kocam– bunu hep söylerdi. Ne olursa olsun “bu işi” başarabileceğimi düşünürdü.
Yatakla duvar arasında ikinci bir kişiye yer olmadığından, Benjamin hâlâ kapının önünde duruyordu. Ona hemen köy meydanındaki küçük barda beni beklemesini söyledim.
Konuştuklarımızı kimse duymasın diye bardan çıktık ve yürümeye başladık. Kocamın bunu bilmesinin mümkün olmadığını söyledim, ama geçen hafta buraya, bu sınır bölgesine geldikten sonra sınırı geçmenin güvenli bir yolunu bulmuştum. Bunun için önce limana indim ve liman işçilerinin bazılarıyla sohbet ettim. İçlerinden biri beni sendika temsilcisine, o da komşu Banyuls-sur-Mer köyünün belediye başkanı Mösyö Azéma’ya yönlendirdi: Bu kişi, Marsilya’dayken bana, ailemiz ve arkadaşlarımızdan sınırı geçmeye hazır olanlar için güvenli bir yol bulmamda yardım edeceği söylenen adamdı. Eski bir sosyalistti ve İspanya İç Savaşı sırasında acil ihtiyaç duyulan doktorları, hemşireleri ve ilaçları sınırdan geçirerek Cumhuriyetçi İspanyollara yardım eden insanlardan biriydi.
“Şu Belediye Başkanı Azéma, ne büyük bir insan” diye devam ettim. Benjamin, her ayrıntı üzerinde çalışarak benimle saatler geçirdi. Ne yazık ki Cerbère mezarlığının duvarları boyunca uzanan ünlü yol kapatılmıştı. Oldukça kolay bir yoldu ve çok sayıda mülteci birkaç ay boyunca o yolu kullanmıştı ama artık Gardes Mobiles[Seyyar Muhafızlar] tarafından çok sıkı korunuyordu. Elbette Almanların emriyle. Belediye başkanına göre, gerçekten güvenli tek geçiş kalmıştı ve o da “la Route Lister” [Lister Rotası] idi. * Bu, Pireneler’i daha batıda, daha yüksek bir rakımda geçmemiz gerektiği anlamına geliyordu; yani daha fazla tırmanmamız gerekecekti.
“Güvenli olduğu sürece sorun değil” dedi Benjamin ve devam etti: “Kalp rahatsızlığım var ve yavaş yürümem gerekecek. Ayrıca Marsilya yolculuğumda bana katılan ve sınırı geçmesi gereken iki kişi daha var: Bayan Gurland ve onun ergenlik çağındaki oğlu. Onları da yanınızda götürür müsünüz?”
Elbette, elbette. “Fakat Bay Benjamin, benim bu bölgede deneyimli bir rehber olmadığımın farkında mısınız? O yolu gerçekten bilmiyorum ve daha önce hiç tırmanmadım. Elimde sadece, üzerine belediye başkanının rotanın haritasını ezbere çizdiği bir kâğıt parçası var. İzleyeceğimiz rotadaki bazı ayrıntıları da açıkladı: Solda bir kulübe olacakmış, sağımızda kalması gereken yedi çam ağacının bulunduğu bir plato ve bizi sırtın doğru noktasına götürecek bir üzüm bağı. Böylece çok kuzeye gitmiş olacağız. Bu riski almak istiyor musunuz?”
“Evet” dedi hiç tereddüt etmeden. “Asıl risk gitmemek olacaktır.”
Göz ucuyla bakarken, bunun Benjamin’in bu kapandan kurtulmaya yönelik ilk girişimi olmadığını hatırladım. Önceki girişimini bilen biri bu olayı asla unutamaz. Hayali tekneler, masalsı kaptanlar, Atlas’ta olmayan ülkeler için alınan vizeler ve artık var olmayan ülkelerin pasaportları etrafında şekillenen bu saçma sapan kaçış planını, 1940’ta Marsilya’da hüküm süren kıyamet atmosferinde yapmışlardı. Her şeyi Fısıltı Gazetesi’nden öğrenmeye alışmıştık ki bu kusursuz plan da zaten Kumdan Bir Kale’nin kaderini paylaşmıştı. Bu trajedilerin bazılarının komik yanlarına hâlâ gülebiliyorduk... gülmek zorundaydık. Çelimsiz bedeni, uzun, gür ve kır saçlarıyla Dr. Fritz Fränkel ile duyarlı bilim adamı kafası ve kalın gözlük camlarının ardındaki dalgın bakışlarıyla arkadaşı Walter Benjamin’in Fransız denizciler gibi giyindiklerini ve bir yük gemisine binebilmek için rüşvet vermeye çalıştıklarını duyunca, kahkaha atmamak imkânsızdı. Çok uzağa gidemediler.
Neyse ki genel bir kafa karışıklığı kurtulmalarını sağladı.
Bir konuda anlaştık: Başkan Azéma’yı bir kez daha, bu kez birlikte görmeye çalışacak ve her ikimiz de rotanın her ayrıntısını ezberleyecektik. Kocamın kız kardeşine [sister-in-law], onun, bebeğin ve benim önümüzdeki hafta sınırı geçip Portekiz’e gideceğimizi haber verdikten sonra, Benjamin’le birlikte Banyuls’a gittik.
Burada bir hafıza kaybı yaşıyorum. Sürekli sınır kontrollerine rağmen trene binmeye cesaret edebildik mi? Şüpheliyim. Port-Vendres’dan Banyuls’a kadar, artık bana tanıdık gelen kayalık bir patikadan altı ya da sekiz kilometre yürümüş olmalıyız. Belediye başkanını ofisinde bulduğumuzu, başkanın kapıyı kilitlediğini, ardından talimatlarını tekrarlayıp sorularımızı yanıtladığını kesinlikle hatırlıyorum.
İki gün önce benim için yolun krokisini çizmiş ve hemen sonra o ve ben pencerenin önüne gelmiştik; ardından Başkan Azéma parmağıyla, yedi çam ağacının bulunduğu uzaktaki platoyu ve oraya yakın daha yüksek bir yeri, geçmemiz gereken zirveyi göstermişti. “Kâğıt üstünde kolay bir yürüyüş gibi görünüyordu” demiştim, “ama şimdi Pireneler’in zirvelerini mi geçmemiz gerekiyor…?” Gülmüştü: “Orası, yani dağların diğer tarafı İspanya zaten.”
Şimdi de, yolumuzu bulup bulamayacağımızı test etmemiz için, öğleden sonra rotanın ilk bölümünde keşif yürüyüşü yapmamızı öneriyordu. “Buradaki açıklığa kadar tırmanın” dedi taslağında o yeri işaret ederek. “Sonra geri dönersiniz ve birlikte rotayı gözden geçiririz. Gece handa kalırsınız ve yarın sabah saat beş civarında, hava henüz aydınlanmamışken ve köydeki insanlar üzüm bağlarının yolunu tuttuğu vakitte, siz de yeniden yola çıkar ve tüm yolu yürüyerek İspanya sınırına ulaşırsınız.” Benjamin açıklığın ne kadar uzakta olduğunu sordu. “Bir saatten az, yani kesinlikle iki saatten fazla değil. Güzel bir yürüyüş.” El sıkıştık. Benjamin’in, “Je vous remercie infiniment, Monsieur le Maire,” [Çok teşekkür ederim Sayın Belediye Başkanı] dediğini işittim. Sesini hâlâ duyabiliyorum.
Benjamin’in handa bekleyen yoldaşlarının yanına gittik ve onlara planımızı anlattık. İşbirliği yapmaya yatkın görünüyorlardı; bu tür hassas durumlarda birlikte olmaktan çok korktuğum, sürekli yakınan tiplere benzemiyorlardı. Manzaranın tadını çıkaran turistler gibi yavaş yürüyorduk. Benjamin’in büyük, siyah bir evrak çantası taşıdığını fark ettim; handa mola verdiğimizde gidip almış olmalıydı. Ağır görünüyordu ve taşımasına yardım etmek istedim. “Bu benim yeni kitabımın elyazması” diye açıkladı. “Ama neden onu bu yürüyüşte yanınıza aldınız?” “Benim için en önemli şeyin bu evrak çantası olduğunu anlamalısınız” dedi. “Onu kaybetme riskini göze alamam. Kurtarılması gereken bu elyazmasıdır. Benden daha önemli.”
Bu keşif yürüyüşünün kolay olmayacağını düşündüm. Walter Benjamin ve onun şaşırtıcı halleri. İşte tam da böyle biri. Marsilya limanında denizci kılığına girdiğinde de bu evrak çantasını taşıyor muydu? Ama yola odaklansam ve Azéma’nın küçük haritada işaretlediği yerleri bulmaya çalışsam iyi olur, dedim kendi kendime.
Belediye başkanının bahsettiği boş kulübeyi gördük, yani kaybolmamıştık – şimdilik. Ardından, sola doğru hafifçe kıvrılan patikayı bulduk. Ve tarif ettiği devasa kaya. Açıklık! Bu o olmalı. Neredeyse üç saat sonra açıklığa varmıştık.
Azéma’ya göre, yolun yaklaşık üçte birini yürümüştük. Zor olduğunu hatırlamıyorum. Bir süre oturup dinlendik. Benjamin çimlere uzanıp gözlerini kapattı; yürüyüş onun için yorucu olmuş olmalı diye düşündüm.
Dönmeye hazırdık ama o yerinden kalkmadı. “İyi misiniz?” diye sordum.
“İyiyim” diye yanıtladı, “siz üçünüz devam edin.”
“Peki siz?”
“Ben burada kalıyorum. Geceyi burada geçireceğim, siz de sabah bana katılırsınız.”
Bu durum beklediğimden de kötüydü. Şimdi ne yapacağım? Yapabileceğim tek şey onu ikna etmeye çalışmak. Burası vahşi dağ bölgesiydi, tehlikeli hayvanlar olabilirdi. Aslında yabani boğaların olduğunu biliyordum. Eylül sonuydu ve üzerine örtecek hiçbir şeyi yoktu. Etrafta kaçakçılar vardı ve ona kim bilir ne yaparlardı! Ne yiyeceği ne de içeceği olacaktı. Sonuçta, bu yaptığı delilikti.
Geceyi açıklıkta geçirme kararının basit bir mantığa dayandığı için sarsılmaz olduğunu söyledi. Sınırı geçme hedefi, kendisi ve elyazması Gestapo’nun eline geçmesin diyeydi. Bu hedefin üçte birine ulaşmıştı. Eğer köye dönecek ve yarın tüm yolu baştan yürümek zorunda kalacak olursa, kalbi muhtemelen dayanamazdı. Yani kalacaktı.
Tekrar oturdum ve “O halde ben de kalacağım,” dedim.
Gülümsedi. “Beni vahşi boğalarınızdan mı koruyacaksınız, gnädige Frau [hanımefendi]?”
Sakince, kalmamın akıllıca olmayacağını açıkladı. Azéma’yla rotayı tekrar gözden geçirmem ve iyi bir gece uykusu çekmem çok daha önemliydi. Ancak böyle yaparsam, olası bir aksilik ya da gecikme olmadan Gurland’lara güneş doğmadan önce rehberlik edebilir ve sınıra doğru devam edebilirdim.
Elbette tüm bunları ben de biliyordum. Her şeyden önce, gün boyunca ayakta kalabilmemiz için, karneyle verilenin dışında biraz ekmek ve belki biraz domates ve karaborsa marmeladı bulmalıydım. Ben sadece Benjamin’i korkutarak planından vazgeçirmeye çalışmıştım, ama bu çabam tabii ki işe yaramamıştı.
Ertesi sabah karanlıkta yolumu bulabilmek için, inerken yola odaklanmaya çalıştım. Ama aklım söylenip duruyordu: Orada yalnız başına kalmamalı, tüm bunlar yanlış… Başından beri planı bu muydu? Yoksa yürüyüş onu gerçekten tüketmişti de, açıklığa vardığımızda mı orada kalmaya karar vermişti? Ama yanında ağır bir evrak çantası vardı. Hayatta kalma içgüdüsü sağlam mıydı? Acaba tehlike altında, kendine özgü akıl yürütme tarzı ona ne yapmasını söylerdi?
Kış boyunca, Fransa teslim olmadan önce, kocam ve Benjamin, Fransız hükümetinin Nazi Almanya’sından gelen mültecileri –Nazilerle birlikte– hapsettiği kamplardan birinde, Nevers yakınlarındaki Camp de Vernuche’te birlikteydiler. Sıkı bir sigara tiryakisi olan Benjamin, sohbetlerinin birinde, birkaç gün önce sigarayı bıraktığını açıklamıştı. Acı vericiydi, diye ekledi. “Yanlış zamanlama” dedi Hans ona. “Pratik yaşamın (…) bazen kurtlar gibi gelen sıkıntılarıyla” [1] baş etmekte zorlandığını gören Hans (ki Vernuche’de hayatın tamamı sıkıntıydı), zorlukların üstesinden gelebilmesi için Benjamin’e yardım eder olmuştu.
Hans, Benjamin’e, krizlerle başa çıkmak ve akıl sağlığını korumak için temel kuralın, insanın kendini hırpalaması değil, memnuniyet araması olduğunu göstermeye çalışıyordu. Benjamin şu yanıtı verdi: “Kamptaki koşullara ancak zihnimi tamamen bir çabaya odaklamak zorunda kaldığımı hissedersem katlanabilirim. Sigarayı bırakmak bu çabayı gerektiriyor ve dolayısıyla beni kurtaracak.”
Ertesi sabah her şey yolunda gidiyor gibiydi. Köyden ayrılıp dağ eteklerindeki tepelere tırmanmaya başladığımız yer, polis veya gümrük muhafızları tarafından görülme tehlikesinin en fazla olduğu yerdi. Azéma ısrarla tembih etmişti: Güneş doğmadan yola çıkın, tırmanışa başladığınızda bağ işçilerinin arasına karışın, yanınızda musette [küçük asker çantası, sahra torbası] dışında hiçbir şey taşımayın, konuşmayın. Böylece devriyeler sizi köylü sanacaktır. Bu talimatları açıkladığım Bayan Gurland ve küçük oğlu, kurallara dikkatle uydular ve ben de yolu bulmakta hiç zorluk yaşamadım.
Açıklığa yaklaştıkça gerginliğim artıyordu. Benjamin orada olacak mı? Hayatta olacak mı? Hayal gücüm kaleydoskop gibi dönmeye başlamıştı.
Sonunda. Açıklığa vardık. İşte Yaşlı Benjamin. Yaşıyor. Oturduğu yerden bize dostça bakıyor. Sonra yüzüne bakıyorum; ne olmuştu? Gözlerinin altındaki koyu mor lekeler kalp krizinin belirtisi olabilir mi?
Neden baktığımı anladı. Gözlüğünü çıkardı ve yüzünü mendiliyle sildikten sonra şöyle dedi: “Ah, onlar mı? Bildiğiniz sabah çiyi. Çerçevelerin içleri, görüyor musunuz? Nemlenince lekeleniyorlar.”
Rahat bir nefes aldım ve ağzımda atan kalbim nihayet tekrar göğsümde atmaya başladı.
Buradan sonra eğim daha dikti. Ayrıca hangi yöne gideceğimiz konusunda sürekli şüphe eder olmuştuk. Benjamin’in küçük haritamızı oldukça iyi anlamasına ve yönümüzü bulmamızda ve doğru yolu tutturmamızda bana yardımcı olmasına çok şaşırıyordum.
“Yol” kelimesi giderek daha sembolik bir hale geldi. Bir patika vardı ama çoğunlukla iri kayalar arasında zar zor fark edilen bir ize dönüşüyor ve nihayet, o asla unutamayacağım dimdik yamaçtaki üzüm bağında sona eriyordu.
Ama önce bu rotayı bu kadar güvenli kılan şeyin ne olduğunu açıklamam gerekiyor.
İlk inişin ardından patika, herkesçe bilinen ismiyle “resmi” yola paralel olarak, çok rahat geçilebilen dağ silsilesinin zirveleri boyunca ilerliyordu. “Bizim” yolumuz, yani eskiden kaçakçıların kullandığı patika (Route Lister) ise, aşağıdan geçiyor ve dağ sırtının iç kısmına doğru sokuluyordu, böylece yukarıda devriye gezen Fransız sınır muhafızlarının görüş alanı dışında kalıyordu. Bazı noktalarda bu iki yol birbirine yaklaşıyordu ve oralarda sessiz olmak zorundaydık.
Benjamin yavaş ve eşit sürelerle yürüyordu. Düzenli aralıklarla –sanırım on dakikada bir– duruyor, bir dakika kadar dinleniyor ve ardından aynı kararlı temposuyla yoluna devam ediyordu. Bana, gece boyunca bunu hesapladığını ve üzerinde çalıştığını söyledi: “Bu zamanlamayla sonuna kadar gidebileceğim. Düzenli aralıklarla dinleniyorum; tükenmeden önce mutlaka dinlenmeliyim. Asla tüm gücünüzü tüketmemelisiniz.”
Aura, 2017, tuval üzerine kolaj
Ne tuhaf bir adam. Kristal berraklığında bir zihin; boyun eğmez içsel bir direnç; yine de kafası karışık, beceriksiz biri.
Walter Benjamin bir keresinde, direncinin doğasında “hiçbir şeyin fethedemeyeceği sabır” [2] olduğunu yazmıştı. Yıllar sonra bu cümleyi okurken, onu yine dağ yolunda yavaş ve düzenli aralıklarla yürürken hayal ettim; yaşadığı çelişkilerde, onlara eşlik eden saçmalıkların bir kısmı artık yoktu.
Siyah çantayı Bayan Gurland’un on beş yaşlarındaki oğlu José ve ben sırayla taşıyorduk; müthiş ağırdı. Ama hatırlıyorum, hepimizin keyfi yerindeydi. Genelde o anın ihtiyaçlarının belirlediği doğal ve sıradan şeylerden konuşuyorduk. Ama çoğunlukla sessizdik, yolu gözlüyorduk.
Bugün Walter Benjamin yüzyılın önde gelen düşünürlerinden ve eleştirmenlerinden biri kabul ediliyor ve bana bazen soruyorlar: Elyazması hakkında ne söyledi? İçeriğinden söz etti mi? Yeni bir felsefi kavram mı geliştirmişti?
Tabii ya! Dağı tırmanan küçük grubumu yönlendirirken başka işim yoktu! Felsefenin inişe geçinceye kadar beklemesi gerekecekti. O sırada önemli olan, birkaç kişiyi Nazilerden kurtarmaktı ve ben de bu komischer Kauz’la [tuhaf adamla], ce drôle de type ile [bu komik tiple], bu meraklı ve sıra dışı insanla ilgileniyordum. Yaşlı Benjamin: Hiçbir durumda yükünden / safrasından [balast], yani o siyah çantadan ayrılmayacaktı ve biz de bu dev gibi adamı dağlarda sürüklemek zorunda kalacaktık.
Şimdi o dimdik yamaçtaki üzüm bağına dönelim. Ortada patika falan kalmamıştı. Olgunlaşmaya başlamış, koyu ve tatlı Banyuls üzümleriyle ağırlaşan asmaların arasından tırmandık. Bağın neredeyse dikey eğimli bir arazi olduğunu hatırlıyorum; ancak bu tür anılar bazen geometriyi çarpıtır. Benjamin burada ilk ve son kez bocaladı. Daha doğrusu denedi, başarısız oldu ve sonra bize edebi bir dille, bu tırmanışın becerilerini aştığını bildirdi. José ve ben onu aramıza aldık; kollarıyla omuzlarımıza sarıldı; onu ve çantayı tepeye kadar sürükledik. Çok hızlı soluk alıp veriyordu, ama hiç yakınmadı, bir kez bile oflamadı. Sadece siyah çantaya göz ucuyla bakmayı sürdürdü.
Bağdan sonra dar bir yamaçta dinlendik; birkaç hafta sonra yine burada Yunanlımıza rastlayacaktık. Ama bu başka bir hikâye. Güneş bizi ısıtacak kadar yükselmişti, o halde yola çıkalı dört-beş saat olmuş olmalıydı. Musette’imde getirdiğim kumanyadan atıştırdık ama kimse fazla yiyemedi. Son aylarda midelerimiz küçülmüştü; önce toplama kamplarında, ardından la pagaille, yani kaotik –ya da Tam Bir Karmaşa’nın yaşandığı– o geri çekilme sırasında. Güneye doğru kaçan bir ulus; arkamızda boş köyler, hayalet kasabalar; cansız, sessiz; ta ki Alman tanklarının takırtısı sessizliği bastırana kadar. Ama yine söylüyorum, bu başka bir hikâye, çok uzun bir hikâye.
Dinlenirken, dağları aşan bu yolun, belediye başkanının açıklamalarını dinledikten sonra yaptığımız tahminden daha uzun ve zor olduğunu düşündüm. Öte yandan, eğer kişi araziye aşinaysa, hiçbir şey taşımıyorsa ve zindeyse, bu yolculuk gerçekten de çok daha az bir sürede bitebilirdi. Tüm dağ insanları gibi, Mösyö Azéma’nın da mesafe ve zaman algısı esnekti. Ona göre “birkaç saat” kaç saat ediyordu?
Bu sınır geçişini haftada bazen iki, hatta üç kez yaptığımız sonraki kış ayları boyunca, sık sık Benjamin’in öz disiplinini düşündüm. Bayan R. dağların ortasında sızlanmaya başladığında bunu düşündüm: “Bana verecek bir elmanız yok mu? Bir elma istiyorum…” Ve Matmazel Mueller aniden çığlık krizine girdiğinde (ki biz buna “had safhada kişilik bölünmesi” adını vermiştik) ve Dr. H. kürk mantosuna kendi güvenliğinden (ve bizim güvenliğimizden) daha fazla değer verdiğinde, yine hep bunu düşündüm. Ama bunlar da farklı hikâyeler.
Pireneler’in yükseklerinde bir yerde oturmuş, sahte karnelerle aldığım bir parça ekmeği yiyordum ki Benjamin bir domates istedi: “Yüksek müsaadelerinizle, acaba bir tane…?” Sevgili Yaşlı Benjamin ve onun Kastilya’ya özgü törensel görgü kuralları…
Birdenbire, uykulu gözlerle baktığım şeyin, güneşin ağarttığı bir iskelet olduğunu fark ettim. Belki bir keçi? Üstümüzde, güneyin mavi göğünde iki büyük siyah kuş daireler çiziyordu. Akbabalar olsa gerek; acaba bizden ne istiyorlar? Ne tuhaf diye düşündüm; normalde ben, iskeletler ve akbabalar söz konusu olduğunda bu denli duygusuz ve soğukkanlı olmazdım.
Toparlandık ve yorgun argın yürümeye devam ettik. Yol epeyce düzleşmişti, sadece hafif bir eğimle yükseliyordu. Yine de yer yer inişler-çıkışlar vardı ve Benjamin için yorucu olmalıydı. Ne de olsa sabah saat yediden beri ayaktaydı. Adımları biraz daha yavaşlamış, mola süreleri biraz daha uzamıştı, ama daima düzenli aralıklarla saatini kontrol ediyordu. Zamanlama işine kendisini fazlasıyla kaptırmış gibiydi.
Daha sonra zirveye ulaştık. Ben etrafa bakınmak için önden gitmiştim. Manzara o kadar ani belirdi ki bir an için bir fata morgana ** görüyorum sandım. Aşağıda, geldiğimiz yerde, tekrar Akdeniz göründü. İleride, diğer tarafta dik kayalıklar, uçurumlar – başka bir deniz mi? Ama elbette İspanyol kıyıları. İki mavi dünya. Arkamızda, kuzeyde ise, Katalonya’nın Roussillon bölgesi. La Côte Vermeille’in derinliklerinde, ateş kırmızısının yüzlerce tonuyla sonbahar toprağı. Nefesim kesildi: Hiç bu kadar güzel bir şey görmemiştim.
Artık İspanya’da olduğumuzu ve buradan sonra, kasabaya inene kadar yolun dümdüz devam edeceğini biliyordum. Artık geri dönmem gerektiğini de biliyordum. Diğerlerinin belgeleri ve vizeleri vardı, ama ben İspanyol topraklarında yakalanma riskini göze alamazdım. Ama hayır, bu grubu burada kendi başına bırakamam, henüz değil. Kısa bir süre daha…
Sınırı Route Lister üzerinden ilk geçtiğim o günle ilgili belleğimdeki ayrıntıları kâğıda dökerken, bunca yıldır gömülü olduğu yerden, belli belirsiz bir resim ortaya çıkıyor. Yolumuzdan üç kadın geçiyor, ikisini bir yerlerden tanıyor gibiyim; orada durup kısa bir süre konuştuğumuzu hayal meyal hatırlıyorum. Farklı bir yoldan gelmişler; sonra ayrıldılar ve İspanyol tarafına doğru yollarına tek başlarına devam ettiler. Pek çok insan dağlardan kaçmaya çalıştığı için, bu karşılaşma beni hiç şaşırtmamış ya da etkilememişti.
Bir su birikintisinin yanından geçiyorduk. Su yeşilimsi renkte ve çamurluydu; kokuyordu. Benjamin içmek için diz çöktü.
“Bu suyu içemezsiniz” dedim, “pis ve kesinlikle mikroplu.” Yanıma aldığım matara çoktan boşalmıştı ve o da şimdiye kadar susadığını söylememişti.
“Affımı rica ediyorum” dedi Benjamin, “ama başka çarem yok. İçmezsem sonuna kadar devam edemeyebilirim.” Başını su birikintisine doğru eğdi.
“Beni dinleyin” dedim. “Lütfen bir saniye durup beni dinler misiniz? Vardık sayılır; çok kısa bir süre sonra başaracaksınız. Başarabileceğinizi biliyorum. Ama bu çamuru içmek düşünülemez. Tifüse yakalanırsınız…”
“Doğru, hastalanabilirim. Anlamıyor musunuz, başıma gelebilecek en kötü şey tifüsten ölmek olur… Sınırı geçtikten SONRA. Gestapo beni ele geçiremez ve elyazması güvendedir demektir. Beni affedin.”
İçti.
Yol artık hafif bir eğimle aşağı doğru iniyordu. Kaya duvarı yavaş yavaş ardımızda kalmaya başladığında saat öğleden sonra iki civarında olmalıydı; birden vadideki köyü gördüm, çok yakındaydı.
“İşte Port-Bou, orada, aşağıda! İspanyol sınır kontrolünün olduğu ve kendinizi tanıtacağınız kasaba. Bu yol dosdoğru oraya iniyor. Gerçek bir yol!”
Saat iki. Sabah beşte yola çıkmıştık; Benjamin ise yedide. Toplamda neredeyse dokuz saat.
Lisa Fittko ve Walter Benjamin
“Artık dönmem gerekiyor” diye devam ettim. “İspanya’dayız, neredeyse bir saattir İspanya’dayız. İniş uzun sürmez; o kadar yakın ki buradan bile evler görünüyor. Doğrudan sınır karakoluna gidecek ve belgelerinizi göstereceksiniz: seyahat belgelerinizi, İspanyol ve Portekiz transit vizelerinizi. Belgeleriniz damgalanınca Lizbon’a giden bir sonraki trene binersiniz. Ama siz zaten hepsini biliyorsunuz… Şimdi gitmeliyim, auf Wiedersehen [Hoşça kalın].”
Bir süre, yolda yürüyen dostlarımın arkalarından baktım. Artık buradan gitme zamanım geldi diye düşündüm ve dönüp yürümeye başladım. Yürürken, buranın artık yabancı bir ülke olmadığını hissettim; daha bu sabah yabancısı olduğum bu topraklarda artık yabancı biri değildim. Beni şaşırtan diğer şeyse, yorgun hissetmiyor olmamdı. Her şey çok hafifti, ben çok hafiftim ve dünyanın geri kalanı da öyleydi. Benjamin ve yoldaşları şimdiye kadar başarmış olmalıydılar. Burası ne kadar güzel bir yerdi!
İki saat sonra Banyuls’taydım. Tırmanış dokuz saat, inişse iki saat sürmüştü.
Yolumuzu gözü kapalı bulabildiğimiz sonraki aylarda, bir defasında iki saatte, birkaç kere de üç-dört saat içinde sınıra ulaştık. O yolculuklarda “yükümüz” gençti, güçlüydü, zindeydi ve en önemlisi, disiplinliydi. Bu insanları bir daha hiç görmedim ama zaman zaman aklıma bir isim geliyor ve aniden gözümün önünde bir şeyler canlanıyor. Henry Pachter, tarihçi; Heinz ve arkadaşı: Tüm zamanların rekoru – iki saat. Ya da şimdi Princeton’da ekonomist olan Prof. Albert Hirschman: Genç Hermant. Sınıra geldiğimizde, çok ciddi şekilde hastalanmıştım. Beni kabul etmesi için bir Fransız hastanesine baskı yaptı ve yaklaşık üç saat içinde, kocamın rehberliğinde sınırı geçti. Bu hikâyeyi başka zaman yazacağım.
Çünkü bunların hepsi daha sonra oldu. Lister Rotası’ndaki ilk yolculuğumun ardından Banyuls’a döndüğümde şöyle düşündüm: Sevgili Yaşlı Benjamin ve elyazması, dağların diğer tarafında, artık güvendeler.
Yaklaşık bir hafta sonra haberi geldi: Walter Benjamin ölmüştü. Port-Bou’ya varışının ertesi gecesi canına kıydı.
İspanya sınırındaki yetkililer gruba onları Fransa’ya iade edileceklerini bildirmişti. Madrid’ten yeni emirler gelmişti: Fransa’dan çıkış vizesi olmayan hiç kimse İspanya’ya giremez. (İspanya’nın o günlerde sınırı kapatma nedeninin birkaç farklı hikâyesi var ***: Apatrides ****, İspanya’dan geçemeyecekti; ya da Marsilya’da verilen İspanya transit vizeleri geçersizdi.) Yeni emirler ne olursa olsun, çok geçmeden kaldırıldı. Bu haberin sınırın Fransız tarafına ulaşması için zaman olsaydı, geçişler durdurulacak ve bu süre zarfında gelişmeler izlenecekti. “Yeni Talimatlar Çağı”nda yaşıyorduk; Avrupa’nın her ülkesindeki her hükümet dairesi tüm zamanını, emir ve düzenlemeleri karara bağlamaya, iptal etmeye, yürürlüğe koymaya ve ardından kaldırmaya ayırıyor gibiydi. Hayatta kalmak istiyorsanız deliklerden geçmeyi, eğilip bükülerek, kıvrılarak ilerlemeyi ve bu ha bire değişen labirentin içinden bir yolunu bulup çıkmayı öğrenmeniz gerekiyordu.
Ama Benjamin sinek [wriggler] değildi…
“(…) faut se débrouiller” [Mutlaka bir yolunu bulmak]: Sisi yarıp geçmek, genel çöküşten kurtulmak için çabalamak gerekiyordu ve bu Fransa’da olası tek yaşam biçimine dönüşmüştü. Çoğu insan için bu, ekmek veya çocuklara fazladan süt gibi şeyler alabilmek için sahte karne –ya da başka herhangi bir şey için sahte izin belgesi– ayarlamak, başka bir deyişle, resmi olarak var olmayan bir şeyi elde etmek anlamına geliyordu. Bazıları içinse, bu tür şeyleri aynı zamanda “işbirliği yaparak” edinmek demekti. Biz apatrides [yani vatansız kişiler] için mesele, öncelikle toplama kamplarından uzak durmak ve Gestapo’dan kaçmaktı.
Ama Benjamin débrouillard [işini bilen, becerikli biri] değildi…
Artık uzaktaydı ve önemli olan, elyazmasının ve kendisinin Gestapo’nun ulaşamayacağı bir yerde olmasıydı. Sınırdan geçerken çok yorulmuştu ve tırmanışımız sırasında bana, bunu tekrar yapabileceğine inanmadığını söylemişti. Bu konuda da her şeyi önceden hesaplamıştı: Üzerinde birkaç kez canına kıymaya yetecek kadar morfin vardı.
Ölümünden etkilenen ve sarsılan İspanyol yetkililer, arkadaşlarının seyahatlerine devam etmesine izin verdi.
Temmuz 1980
***
Londra’dan Profesör Abramsky ile yakın zamanda yaptığımız bir sohbette, Walter Benjamin ve eserleri hakkında konuştuk ve ben de onun son yürüyüşünü anlattım.
Daha sonra Benjamin’in edebi mirasının emanetçisi ve yakın arkadaşı Profesör Gershom Scholem’den bir telefon aldım. Abramsky ile konuştuğumuzu profesörün kendisinden duymuştu ve daha fazlasını öğrenmek istiyordu. Ona neredeyse kırk yıl önce o gün yaşananları özetledim.
Elyazmasıyla ilgili her ayrıntıyı sordu:
“Elyazması yok” dedi. “Şimdiye kadar hiç kimse böyle bir elyazmasının varlığından haberdar değildi.”
Dinliyorum: Elyazması yok. Kâğıtlarını taşıdığı ağır siyah evrak çantasından kimsenin haberi yok, oysa o kâğıtlar Benjamin için her şeyden daha önemliydi.
Hannah Arendt, yaşamı boyunca Benjamin’in korkusunu hissettiği ve kendisine karşı her türlü önlemi aldığı “küçük kambur” ***** hakkında yazmıştı ve Benjamin’in “olası bir tehlikeye karşı önlem olarak düşündüğü sistemi (…) her zaman ve her durumda gerçek tehlikeyi göz ardı ediyordu” demekteydi. [3]
Ama bana öyle geliyor ki, o gece Port-Bou’da Walter Benjamin “gerçek tehlikeyi” göz ardı etmemişti; sadece Benjamin için gerçek tehlike ya da Benjamin’in gerçekliği bizimkinden farklıydı. Port-Bou’da bir kez daha Küçük Kambur’la, kendi küçük kamburuyla karşılaşmış olmalı ve Benjamin onunla uzlaşmak zorunda kalmıştı.
Belki Port-Bou’ya gider, oradaki bazı eski dostlarımızın yardımıyla, dağların o tarafında kırk yıl önce yaşananların izini sürebilmek için bazı ipuçları [tracks] toplamaya çalışırım.
Belki bu hikâyenin başka bir sonu olur.
Çeviren: Suat Kemal Angı
* İspanyol Cumhuriyet Ordusu’ndan General Lister, askerlerini bu rotadan yürütmüştü.
** Fata Morgana: Denizde, ufkun hemen üzerindeki dar bir hatta görülen, sıcaklık farkı yüzünden ufuk çizgisinde bulunan cismi havada asılı görmemize neden olan optik bir illüzyondur. Aynı zamanda yansımanın ardındaki sahte topraklar olarak tanımlanır. (ç.n.)
*** Bkz. F. V. Grunfeld, Hannah Arendt, G. Scholem ve diğerleri.
**** Vatansız kişiler, kelimenin tam anlamıyla “Anavatanı Olmayan İnsanlar”. Nazi Almanya’sından gelen ve Nazi hükümeti tarafından vatandaşlıktan çıkarılan mülteciler için kullanılan resmi Fransızca terim.
***** Hayatın tüm talihsizliklerinin nedeni olan Küçük Kambur bir Alman masal kahramanıdır: [Bu yaramaz figür] seni çelmeler, en sevdiğin oyuncağını kırar, çorbanı döker. [“Kambur Adamcık” fragmanı için bkz. Walter Benjamin, Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk, çev. Tevfik Turan (İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 1 Baskı, Ocak 2004), s. 93-95. Kambur adam figürünün Benjamin’in çocukluğundan, annesiyle ilişkisinden ve yaşadığı “son derece disiplinli Prusya evi”nden taşıdığı izler hakkında ayrıca bkz. Howard Eiland ve Michael W. Jennings, Walter Benjamin: A Critical Life, (Harvard University Press, 2014), s. 18-19: “Pauline Benjamin evini, emirler veren çelik bir iradeyle ve pratik çözümler arayan net bir gözle yönetirdi. Benjamin bunun, oğlunun pratik yaşam konusundaki yeteneğini sınamak için annesinin bulduğu bir yol olduğunu, beceriksizliğinin ve sakarlığının bilincine varmasını sağlamayı amaçladığını düşünüyordu. Kırk yaşında bile, kendine bir fincan kahve yapamadığı için annesini suçlar. Bir şeyi kırdığında ya da yere düşürdüğünde, Almanya’daki diğer birçok anne gibi onun da genellikle, “Ungeschickt läßt grüßen” (Bay Sakarın selamı var) dediğini duyardı. Beceriksizliğinin bu şekilde kişileştirilmesi çocuğun animist evreninde kusursuz bir anlam kazanmaktaydı; bu durum dünyayı sıradan şeyler aracılığıyla gören ya da okuyan Benjamin’in kendi ilkel alegorik biçimiyle uyumluydu; örneğin dürülmüş bir çorap, sabahları halı çırpma sesi, yağmur, kar ve bulutlar, belediye binasının okuma odasındaki merdivenler ya da yeraltı dünyasına ait pazar yeri; tüm bunların gizli haberleri genç gözlemciye farklı şekillerde iletme ve geleceği hakkındaki henüz ayırdına varamadığı bilgiyi inşa etme görevleri vardı. Bu, pek çok eşik deneyimiyle ve eski biçimleri yeninin çerçevesi içindeki izler olarak birleştirme eğilimiyle, kentin çok yüzlü ve çok katmanlı yaşamına özellikle uygun bir görme biçimidir. Kısmen Baudelaire ve Friedrich Schlegel gibi yazarların etkisiyle alegori teorisi ve pratiği, yani bir şeyin ya da bir metnin görünen anlamının başka, muhtemelen çok farklı bir anlama işaret etmesi, Benjamin için bir kesinliğe dönüşür ve biz yetişkinin “alegorik algısında”, çocuğun şeyler dünyasıyla kehanete dayalı ilişkisinin –bu ilişkiden filizlenerek büyüyen– doğal sonucunu görebiliriz, ki bu aynı zamanda, keşif ve özümsemenin mimetik yoğunlaşma [immersion] üzerine inşa edildiği bir ilişkidir. Benjamin, Bin Dokuz Yüzlerin Başında Berlin’de Çocukluk’un sonunda çocukluk nesnelerinin kayıp dünyasına kederle bakıp otoriter [presiding] “küçük kambur” figürünü anlatısına davet ederken, Bay Sakar’ın sadece bir isim değişikliği olduğu anlaşılır. Kaynağı Alman folkloru olan küçük kambur, birçok Alman erkek ve kız çocuğunun ele avuca sığmayan bir yaramaz olarak tanıdığı bir figürdü: “Küçük tatlımı yemeye / Küçük odama gidince, / Küçük bir kambur bulurum orada / Yemiş ikramın yarısını” (SW, 3:385’ten alıntı). Benjamin’in alıntıladığı bu dizelerde nihai tartışma konusu, unutuşun tüketici gücüdür, dağılışın gücü; çünkü küçük adamın ilgilendiği kim olursa olsun, bir fragmanlar yığınının önünde sersemlemiş halde durur. “Küçük çorbamı yapmaya / Küçük mutfağıma gidince, / Küçük bir kambur bulurum orada / Çatlatmış küçük kabımı.” Benjamin’in alegoriye dönüştürdüğü hatırasındaki küçük kambur her yere çocuktan önce gider; görünmeyen bir denetçi çocuğun dikkatini çeken her şeyden “unutuşun yarısını” çıkarır ve sonuçta geriye dönüp bakıldığında, metne seçici bir şekilde geri alınan, yoğunlaştırılan ve tekrar diriltilen oyunun önceki tüm sahnelerinin üzerine melankolinin gölgesi düşer. / Yine de, pratik dünyayla karşılaşmasında fark ettiği yetersizliklerine ilişkin bu itirazlar tümüyle ikna edici olmayabilir. Burası son derece disiplinli bir Prusya eviydi ve evin örf ve âdetleri Benjamin ve kardeşleri üzerinde kalıcı bir iz bıraktı. (…)” (ç.n.)]
[1] Walter Benjamin, Briefe [Mektuplar], cilt 1, (yay. haz.) Gershom Scholem ve Theodor W. Adorno (Frankfurt: Suhrkamp, 1966), s. 298. İngilizce edisyon: The Correspondence of Walter Benjamin, 1910-1940 [Walter Benjamin’le Mektuplaşmalar, 1910-1940], çev. Manfred R Jacobson ve Evelyn M. Jacobson (Chicago: University of Chicago Press, 1994), s. 206 (Florens Christian Rang’a yazılmış 24 Şubat 1923 tarihli mektup).
[2] Agesilaus Santander içinde. Buradaki çeviri Lisa Fittko’ya aittir. Bkz. GS, cilt 6, s. 521 (12 Ağustos 1933). İngilizcesi, Walter Benjamin, Selected Writings, 2. cilt içinde (Cambridge, Mass.: Harvard University Press, 1999), s. 713. [Ayrıca bkz. Besim F. Dellaloğlu, Benjamin (İstanbul: Say Yayınları, 2. Baskı, 2010) içinde (s. 187), Gershom Scholem, “Walter Benjamin ve Meleği”, çev. E. Efe Çakmak: “Çünkü hiçbir şey benim sabrıma üstün gelemez.” (ç.n.)]
[3] Hannah Arendt, Men in Dark Times (New York: Harcourt, Brace and World, 1968), s. 161.
Comments