Maurice Blanchot
Bir kıyıdan diğer kıyıya sözcükler, öteki yakadan konuşan birine cevap veren ve biz hayattayken bile, ölme eyleminin ölçüsüzlüğünün içinde kendini tamamlamak istediği söz.
11/24 | Çeviri
Georges Bataille anısına...
Bir dosttan bahsetmeye nasıl yanaşır insan? Ne methiye düzmek, ne de bazı hakikatlerin tecellisi için. Karakterinin hususiyetleri, varoluşunun biçimleri, yaşamının dönemleri, kendini sorumsuzluk raddesinde sorumlu hissetmiş olduğu araştırmayla uyum içinde bile kimseye ait değildir. Tanık yok. En yakınları sadece kendilerine yakın buldukları şeyi söyler, bu yakınlıkta kendini ileri süren uzaklığı ve mevcudiyet ortadan kalktığında kesilen uzaklığı değil. Sözlerimizle, yazdıklarımızla, namevcut olanı koruma iddiamız nafile; boşuna sunuyoruz ona hatıralarımızın çekiciliğini ve yeniden bir nevi suret, günde kalma mutluluğu, hakikate uygun bir görünüşle uzatılmış yaşam. Sadece bir boşluğu doldurmaya çalışıyoruz; acıya, bu boşluğun tasdikine katlanamıyoruz. Kim kabule yanaşır anlamsızlığını/önemsizliğini -öyle ölçüsüz bir önemsizlik ki bu, onu kapsayabilecek bir hafızamız yok ve bizzat bizim onu taşıyabilmek için çoktan unutuş haline geçmemiz gerekir- bu önemsizliğin temsil ettiği muammaya varıncaya dek bu geçişin zamanını? Söylediğimiz her şey tek bir tasdiki örtmeye yönelik sadece: her şey silinip gitmek zorunda ve ancak, her hatırayı reddeden içimizdeki bir şeyin çoktan ait olduğu bu silinip giden devimi gözeterek sadık kalabiliriz.
Biliyorum ki kitaplar var. Kitaplar geçici olarak varlıklarını sürdürür, onları okumak bizi içine çekildikleri bu yok oluşun zorunluluğuna açsa bile. Kitapların kendileri bir varoluşa işaret eder. Bu varoluş, artık bir mevcudiyet olmadığından, tarihte, tarihlerin en beteri olan edebiyat tarihinde açılıp serilmeye başlar. Araştırıcı, kılı kırk yaran, belge peşindeki edebiyat tarihi, müteveffa bir iradeyi ele geçirir ve miras kalmış olan şeyi zaptedişini bilgiye dönüştürür. Bu, külliyatlar uğrağıdır. “Her şey” yayınlansın istenir, “her şey” söylensin istenir; artık tek bir telaş varmışçasına: aman her şey söylensin; sanki bu “her şey söylendi” nihayet bize ölü bir sözü durdurma; o sözden gelen acınası sessizliği durdurma ve ölüm sonrası ikircil beklentinin hâlâ aldatıcı bir şekilde biz canlıların sözüne karıştırdıklarını, gayet iyi sınırlandırılmış bir ufukta sebatla alıkoyma olanağı sağlayacakmışçasına. Bize yakın olan kişi ve onunla birlikte, kendini bildirdiği düşünce var oldukça, düşüncesi bize açılır, ama bu ilişkide korunmuş olarak, ve onu koruyan şey, sadece yaşamın devingenliği değil (bu pek az olurdu), sonun yabancılığının/tuhaflığının bu düşünceye öngörülemezliği sokmasıdır. Bu öngörülemez ve daima sonsuz yakındalığında saklı hareket -ölme hareketi belki de- vadesinin önceden belli olmamasından değil, asla vuku bulan bir olay teşkil etmemesinden ileri gelir, ansızın meydana geldiğinde bile asla idrak edilmeye elverişli bir gerçeklik değildir: idrak edilemez ve artık bütünüyle idrak edilemezde olan, bu harekete yazgılı kişidir. O konuştuğunda konuşan işte bu öngörülemezdir; hayattayken düşüncesini gizleyen ve koruyan, bu düşünceyi içerinin olsun dışarının olsun tüm el koymalardan ayıran ve özgür kılan işte budur.
Şunu da biliyorum ki, Georges Bataille kitaplarında, sanki bizi her türlü ihtiyattan kurtaracak -ama bize ne kendimizi onun yerine koyma hakkı ne de onun yokluğunda sözü alma iktidarı veren- engelsiz bir serbestlikle kendinden söz eder gibidir. Peki, kendinden bahsettiği kesin midir? Arayışının, kendini ifade ettiğinde, mevcudiyetini hâlâ açığa vurduğu bu “Ben” bizi kime yönlendiriyor? Kuşkusuz, onu yaşamın bahtiyar ve bedbaht özgülüğünde tanımış olanların, bir hatıranın ışığında, anımsatma arzusu duyacakları ego’dan çok farklı bir bene doğru. Her şey, şunu düşünmeye itiyor: Böyle bir harekette bahis konusu olan bu kişisiz mevcudiyet, ne onu kendi hesabına talep etmek, dahası ne de onun özyaşam öyküsünde bir olay haline getirmek için (daha ziyade bu biyografinin yok olduğu bir boşluk), ondan bahsetmeye karar verebilmiş olan o kişinin mevcudiyetine bilmecemsi bir ilişki sokar. Ve kendimize şu soruyu sorduğumuzda: “Bu deneyimin öznesi kimdi?”, bu soru belki de zaten bir yanıttır, eğer, bizzat o soruya götürmüş kişiye bile, kapalı ve biricik “Ben” yerine cevapsız bir “Kim?”in açıklığını ikame etmek suretiyle, bu deneyimin kendini ortaya koymuş olduğu bu soru biçiminde olursa; bu, onun kendisine sadece “Ben olan bu ben kim? sorusunu sormasının gerekmiş olduğu anlamına geldiği için değil ama daha kökten biçimde, hiç gevşemeden, “Ben” olarak değil de bir “Kim?” olarak, belirsiz bir “Kim”in meçhul ve kaygan varlığı olarak kendine gelmesi için.
Asli olan bir şeyin bizi bağladığı kişileri tanımaya çalışmaktan vazgeçmek zorundayız; demek istediğim, onları, onların da bizi uzaklığımızda kabul buyurdukları meçhul ile ilişki içinde kabul buyurmak zorundayız. Dostluk, bağlılığı dışlayan, hadisesiz (sans episode) ama yine de yaşamın tüm basitliğinin içine girdiği bu ilişki, bize, dostlarımızdan söz etme, onları sohbet (ya da makale) konusu yapma değil sadece dostlarımızla konuşma müsaadesi veren müşterek yabancılığın tanınmasından; onların bizimle konuşurken, en büyük aşinalıkta bile, sonsuz mesafeyi, ayıran şeyi ilişki haline getiren bu temel ayrımı korudukları anlaşma eyleminden geçer. Burada ketumluk, basitçe sırları anmayı/ortaya atmayı reddetmekte yatmaz (düşüncesi bile ne kadar kaba) ama aralıktır, benden bir dost olan bu başkasına, aramızda olan her şeyi ölçen arı aralıktır, bana asla onu ve (onu övmek için bile olsa) ona dair bilgimi kullanma izni vermeyen ve her iletişime engel olmak şöyle dursun, bizi birbirimizle farkta ve bazen sözün sessizliğinde irtibatlandıran varlığın kesintiye uğramasıdır.
Bu ketumluğun, belli bir anda, ölümün çatlağı haline geldiği doğrudur. Bir anlamda, hiçbir şeyin değişmediğini hayal edebilirdim: eskiden sözün sürekliliğinde, onu kesmeden yer bulabilen aramızdaki bu “sır”da, birbirimizin huzurunda olduğumuz zamandan beri, nihai ketumluğun bu -örtük de olsa- eli kulağında mevcudiyeti zaten vardı ve bu ketumluk temelinde dostane sözlerin ihtiyatı sakince kendini doğruluyordu. Bir kıyıdan diğer kıyıya sözcükler, öteki yakadan konuşan birine cevap veren ve biz hayattayken bile, ölme eyleminin ölçüsüzlüğünün içinde kendini tamamlamak istediği söz. Bununla birlikte olayın kendisi geldiğinde, bu değişimi de getirir: ayrılığın derinleşmesi değil silinmesi; çatlağın genişlemesi değil, düzlenmesi ve bir zamanlar tarihsiz bir ilişkinin samimiyetinin geliştiği aramızdaki bu boşluğun dağılması. Öyle ki şu an, bize yakın olmuş olan yakınlaşmayı kesmekle kalmadı aşırı uzaklığın hakikatini bile kaybetti. Böylece ölüm, ciddi anlaşmazlıkların böldüğü kişileri samimiyete geri döndürdüğü izlenimi uyandırmak gibi sahte bir meziyete sahiptir. Bu yüzden ölümle birlikte ayıran her şey ortadan kaybolur. Ayıran: sahici olarak ilişkiye sokan şey, dostça olumlamayla hep korunan mutabakatın sadelikle yer aldığı ilişkilerin uçurumunun ta kendisi.
Oyunlara başvurarak bir diyalog sürdürüyormuş gibi yapmamalıyız. Bizden yüz çeviren şey, bizi de, bizim mevcudiyetimiz olmuş olan parçadan yüz çevirtir ve söz sustuğunda -yıllardır kendini bir “sınırsız talebe” [1] sunmuş olan bir sözdür bu- kesilenin sadece bu talepkâr söz olmadığını, bu sözün mümkün kıldığı sessizlik; kendisinden bu sözün zamanın endişesine doğru hissedilmez bir meyile uyarak geldiği sessizlik olduğunu öğrenmeliyiz. Kuşkusuz yine aynı yolları izleyebileceğiz, imgelerin gelmesine izin verebileceğiz, aldatıcı bir teselliyle bizimki olduğunu hayal edeceğimiz bir yokluğa başvurabileceğiz. Tek cümleyle, hatırlayabiliriz. Ama düşünce insanın hatırlamadığını bilir: hafızasız, düşüncesiz, her şeyin tekrar kayıtsızlığa gömüldüğü görünmezde zaten mücadele etmektedir. Bu düşüncenin derin acısıdır. Dostluğa unutuşta eşlik etmesi gerekir.
Çeviren: Murat Erşen
[*] Maurice Blanchot,“Amitié” in “L’Amitié”, Gallimard, 1971, 326-330.
[1] “İçinde sınırsız bir talep (aldırışsız bir gereklilik) taşıyan aklı başında bir insan bu dünyada ne yapabilir?” «Que peut faire en ce monde un homme lucide? Portant en lui une exigence sans égards» Georges Bataille, Nietzsche üzerine, çev. Mukadder Yakupoğlu, Kabalcı, 2000 (2. bas.), s. 68.