top of page

Didi-Huberman Foucault'yu Anlatıyor

François Caillat


Foucault’yu okumaya tutkuyla başlamıştım ve üslubunun güzelliği -bu onun başka bir yanıydı- beni kendimden geçiriyordu. Olağanüstü bir yazardı. Kanıt mı? Bilginin Arkeolojisi üstüne notlar almaya çalışırken, neredeyse bütün kitabı baştan yazmıştım. Cümlelerini bozamadım. Kesilip birbirinden ayrılamayacak kadar güzeldiler.


10/24 | Çeviri

 


François Caillat, 2014 yılında yayınlanan Foucault Against Himself belgeseli için Arlette Farge, Leo Bersani, Georges Didi-Guberman ve Geoffreroy de Lagasnerie ile söyleşiler yaptı. Sadece alanlarının önemli isimleri olmakla kalmayıp aynı zamanda Foucault ile şahsi tanışıklıkları da olan bu düşünürler, belgeselde Foucault felsefesinin farklı boyutlarını ele aldı. Belgesel için yapılan söyleşiler daha sonra aynı adla kitap olarak yayımlandı ve David Homel tarafından İngilizceye çevrildi. Aşağıdaki çeviri, söyleşinin kitap versiyonundan bir seçmeyi içermektedir. -UÖ.



***


Foucault ile nasıl tanıştınız?


Georges Didi-Huberman: Epey geç tanıştım. Hiçbir zaman doğrudan öğrencisi olmadım. Üstelik hayranlık duyduğum kişilerle tanışmak gibi bir huyum yoktur. Ona pek hayrandım; hâlâ da hayranım. Yazdıklarının çoğunu okudum. Öncü Fransız nörolog Jean-Martin Charcot üzerine 1981’de yazdığım tezi ona göndermiş -bu kadar basitti işte tanışmamız- ve verdiği felsefi ilham için teşekkür etmiştim. Beni Collège de France’a davet etti, konuşmak istedi. Muhteşemdi, kesinlikle muhteşem.


Biliyorsunuz, Foucault gülmeyi çok seven bir filozoftu: Bu onun çok önemli bir özelliğiydi. Yüksek sesle gülmeyi sever, çokça gülümserdi. Gülümsemek cömertliğinin bir alametiydi. Cömertliğinin ziyadesiyle somut bir başka alameti de şuydu: Çalışmamdaki “genel” şeylere pek tevessül etmedi. Çalışmamdaki “genel” unsurlarla başı hoş değildi. Çalışmalarım ağırlıklı olarak psikanalitik çizgideydi ve daha da önemlisi, ilhamını büyük ölçüde Lacan’dan alıyordu. Foucault bana “Bunların hiçbir önemi yok” demişti. Spesifik olanı çekip aldı yazdıklarımın içinden. İşte bu, çok cömert bir davranıştı. Zira dogmatik bir filozof olsa “Sen başka bir hattı takip ediyorsun, dolayısıyla birbirimizle konuşacak bir şeyimiz yok” diyerek keser atardı. Oysaki o tam tersini yaptı. “Charcot’nun arşivleri üstüne yaptığınız çalışma ve her şeyi tersine çevirme şekliniz çok ilgimi çekti” dedi. Oysaki o arşivlerle yaptığım şeyi, psikanalizle uyumlu olsa bile, zaten klinikle ilgili -muhteşem bir eser, gerçek bir başyapıt olan- kitabından almıştım.



Tüm bunları basitçe nasıl özetleyebilirim? Foucault pratikler ile söylemler arasında bağlar kurdu; bense buna başka bir öğeyi, yani imgeleri ekledim. Şüphesiz ki, imge yaratmak da bir pratiktir. İmge yapımı [image-making], -Charcot’nun çalıştığı ve ders verdiği- Salpêtrière Hastanesi’nde başka pratikler üstüne inşa edilen bir söylemi kendi içinde desteklemek için geliştirilmişti. Her şey birbiriyle bağlantılıydı: söylem, pratik ve imgeler. Zaten Foucault da meseleye böyle bakıyordu.


Sonra bana tamamen beklenmedik ve olağanüstü bir şey söyledi: Charcot hakkında bir kitap yazmak istediğini. Ne var ki, -Foucault’nun daha sonra vefat ettiği hastane olan- Salpêtrière’deki nöroloji kliniğinin müdürü aynı zamanda Charcot arşivlerinin de başındaydı ve Foucault’ya buraya girme izni vermemişti. Öğrenciyken Charcot’yu, özellikle hipnoz ve histeri konularında muazzam teorik ve pratik riskler alan biri olarak değil de, nöroloji biliminin mucidi olarak ele almanın ne kadar zor olduğunu çok iyi kavramıştım. Charcot hipnozu bir karnaval mıknatısıyla öğrenecek kadar ileri gitmiştir, ki bu gerçekten muazzam bir şeydir. Foucault istediği araştırmayı istediği şekilde yapamamış olsa da, onun için fotokopisini çektiğim bütün belgeleri saklayacak kadar ilgileniyordu Charcot’yla. Daha sonra yayınevinin isteği üzerine, benim için Centre national du livre’ye gerçekten müthiş bir tavsiye mektubu yazdı; böylelikle kitabımdaki görsellerin basılabilmesi için gereken desteği alabildim.


Hangi yıldı?


Georges Didi-Huberman: Yanlış anımsamıyorsam 1981’de buluştuk. Kitap 1982’de çıktı, yani yayınlanmasından bir yıl ya da birkaç ay önce olmalı.


Gösterdiği ilgiye geri dönmek istiyorum. Buna bir tür felsefi cömertlik diyebiliriz; tıpkı Deleuze’de olduğu gibi. İkisiyle de çalışmalarının herhangi bir boyutu hususunda hemfikir olmamanızda bir sorun yoktu; sıkıntı yaşamazdınız. Çalışmalarıyla pratik, belli bir temas noktası bulduğunuz anda diyalogun fitili bir anda yanardı. İşte dogmatik olmayan felsefe budur ve son derece nadirdir.


Vuillemin ile Foucault arasında da bu yaşanmıştı, değil mi?


Georges Didi-Huberman: Evet. Aynen öyle. Hatta bir ölçüde Canguilhem’le de. Bu yaklaşım tamamen Foucault’ya has değildi tabii; ama felsefe dünyasının kompartımanları ve dışlamalarıyla nasıl işlediğini gayet iyi biliyoruz.


Foucault her zaman kategorilerden kaçınmanın peşindeydi.


Georges Didi-Huberman: Burada akla gelen ilk ifade “şen bilim”. Üstelik de sadece Nietzsche yüzünden değil. Şayet tarihleri doğru anımsıyorsam, üniversite öğrencisiyken Jacques Chancel, Foucault’yu Radioscopie adlı radyo programına davet etmişti. Unutamadığım bir olay yaşanmıştı. Chancel, “Profesör, çok fazla dereceniz ve diplomanız var, bilinmesi gereken her şeyi biliyorsunuz…” gibi bir şeyler diyerek başladı sözlerine. Foucault aniden sözünü kesti: “Burada bir duralım. Diplomalar bir sosyal rekabet biçimidir. Diplomalar hiçbir şey ifade etmez. Derecelerin bir anlamı yoktur. Bu şekilde bilginin bize bir faydası olmaz.” Bu sözlerde bir tür bilgi etiği işbaşındaydı. Kendimi o anda evimde hissetmiştim; bunu duymak benim için çok anlamlıydı.


Foucault ile ilk temasımdan söz etmek isterim. Felsefedeki ilk yılım olmalı. Hocalarımdan biri de François Dagognet’ydi ve pek de kolay biri sayılmazdı. Paris’te 1970’lerde herkes Foucault okuyordu. Lyon’daki durum Dagognet yüzünden daha karmaşıktı. Foucault’yu okumaya tutkuyla başlamıştım ve üslubunun güzelliği -bu onun başka bir yanıydı- beni kendimden geçiriyordu. Olağanüstü bir yazardı. Kanıt mı? Bilginin Arkeolojisi üstüne notlar almaya çalışırken, neredeyse bütün kitabı baştan yazmıştım. Cümlelerini bozamadım. Kesilip birbirinden ayrılamayacak kadar güzeldiler.



Yine de üslubu yıllar içinde gelişti.


Georges Didi-Huberman: Evet, yine de her zaman harikaydı. Üslubu kendisini yazıda belli ediyordu. Sanat tarihinin aynı zamanda edebi bir disiplin olduğunu düşünmüşümdür hep. Bir katalog hazırlarken, hatta bir kronoloji oluştururken bile, hem teorik hem de edebi seçimler yaparsınız. Edebidir; çünkü her şey yazılıdır. Foucault, Derrida ve Deleuze bunu çok iyi biliyordu: Felsefe yapmak, yazmak demektir; çünkü edebi seçimler söz konusudur. Elbette Foucault’dan önce de kayda değer başka örnekler vardı: Bergson’un üslubu mesela; çok zengindir. Kliniğin Doğuşu’nun ilk cümlelerini getirin aklınıza… olağanüstüdür. Kitabın derdine dair kısacık bir cümleyle başlar: “Bu kitap mekânla, dille ve ölümle ilgilidir; görme eylemiyle, bakışla ilgilidir.” İlk cümle. Hemen ardından -bu örnek aldığım bir şeydir- kelimenin tam manasıyla konunun kalbine dalarız: “Pomme, on sekizinci yüzyılın ortalarında, histerik bir hastayı ‘tam on ay boyunca günde on-on iki saat banyo’ yaptırarak tedavi etti.” Sinir sisteminin duyarsızlaşmasını ve onu izleyen ateşe karşı uyguladığı tedavi boyunca “ıslak parşömen parçalarına benzeyen zarımsı dokuların (…) hafif acılarla çözüldüğünü, aynı yoldan sağ idrar borusunun tamamen çıktığını görmüştü.” Aynı şey bağırsaklarda da meydana gelmiş ve sonraki bir aşamada “rektumdan çıktığını gördü. Yemek borusu, soluk borusu ve dil, birbirinin peşi sıra çözülmüştü; hasta kusma ya da balgam çıkarma yoluyla muhtelif parçaları dışarı attı.”


Kitabın ilk cümleleri stratejik, edebi ve felsefi bir seçimi gösteriyor: bu örnekte bir içkinlik seçimini. Kitap “görme eylemiyle, bakışla ilgili” ama biz sonra bakışın nesnesinin içine itiliyoruz. Kitabın sonuna geldiğimizde benim açımdan çok önemli bir farkındalık çıkıyor ortaya: Bilimsel olduğu varsayılan bir eylem, yani klinik esasen estetik bir pratiktir ya da en azından estetik bir veçhesi vardır. Felsefe nasıl ki edebi seçimlerle ilerliyorsa deneysel bilimsel gözlem de aynı şekilde bakışın seçimleriyle ilerler.


Foucault’nun metinleri çok yalındır ancak çatışmaya dayanan bir düşünmeyi teşvik eder, değil mi?


Georges Didi-Huberman: Kesinlikle. Sözünü ettiğim ve Kliniğin Doğuşu’nun başlangıcında müthiş biçimde örneklenen bu edebi seçim, aklıma Dante’yi düşürüyor. Her cümle o kadar iyi düşünülmüş ki, hepsinin sonunda kendimize “İşte bu, tam olarak bu” diyoruz. Dahası bir sonraki cümlenin başlangıcı da öncekine meydan okuyor. Bu ritmik düşünce tarzı: Fevkalade.


(…)



Felsefe ile tarih arasındaki ilişkiye geri dönelim. Görünüşe bakılırsa Foucault’nun tarihçilerle alay etmesi o dönem pek de hoş karşılanmamış.


Georges Didi-Huberman: Evet, ama bana kalırsa ortada tarihsel unsurlar üstünden düşünen felsefi bir gelenek olduğundan aslında o kadar da karmaşık değildi söyledikleri. Mesela Hegel ve Cassirer tam da bunu yapmıştı. Foucault kanımca Cassirer’i çok iyi biliyordu. Hem felsefeci olmak hem de tarihsel malzemeyi kullanma olgusu, -Fransa’da Almanya’ya kıyasla çok daha az bilinse de- köklü bir gelenektir. Belki yanılıyorum ama tarihçiler için meselenin bu şekilde ifade edilmesini kabul etmek çok daha zor görünüyor. Foucault’nun felsefesinin alımlanma açısından hiçbir zaman sorun yaşanmadığını, bugünse tarihçiler arasında alımlanmasında sorun yaşandığını görebilirsiniz.


Sizce Foucault’nun bugünkü düşünceyle ilişkisi nedir?


Georges Didi-Huberman: Bana kalırsa soybilime dair makalesinde filolojik bir hata yapıyor. Nietzsche’nin Ursprung sözcüğünü kullanmadığını ya da bunun pek bir anlamı olmadığını söylüyor. Ursprung: köken. Ne var ki Benjamin’in bu sözcük hakkında söylediklerinin unutmamak gerek; bu sözcük “ilk sıçrama” manasına gelir. Kısacası Benjamin, kökenin, dağların tepesindeki nehrin kaynağı olmadığını söylemiştir. Köken, oluş uğrağındaki şimdiki zamanın burgacıdır. Fazlası değil. Yine de bu yazıdaki çıkarımları müthiştir: Nehir yatağına baş kaldırır. Foucault’nun aynı metinde “zuhur etme” dediği tam olarak budur. Benjamin’in Ursprung dediği şeye çok yakın olan zuhur etme fenomeniyle ilgilenen ilk kişi Foucault’dur.


Beni heyecanlandıran ve sürekli metne geri döndüren de bu. İmgeler üstüne çalışırken elbette görünme olgusuyla ilgileniriz: görünen, zuhur eden, aniden “gün ışığına çıkan”la. Görüntülerde -zuhur etmede- sürekli heterokroniklik ile anakroniklik diyebileceğimiz unsurlarla yüzleşiriz; yani zuhur etmede, mesela nehirdeki burgaçta, dağdan inen çakıl taşları vardır, zeminin durumu vardır, akıntı yönünü aniden değiştiren nehrin o anlık konfigürasyonu vardır. Aynı uğrakta, (mekânı “heterotopik” bir şeye dönüştüren) aynı noktada ve aynı olayda farklı zaman seviyeleri vardır. Foucault’nun analiz ettiği her söylem ve arşiv parçasında da söz konusudur bu.


En başından itibaren Foucault’nun söylemle müthiş bir biçimde yaptığı şeyi imgelerle yapmak istedim. Bu da, hem zaman içinde uzun süreli olan -bu yüzden Foucault dışındaki yazarlara, örneğin Aby Warburg’a gönderme yapıyorum- hem de mevcut durumu tamamen değiştiren ve geleceğe doğru ilerleyen şeyleri içeren zuhur etme olgularını çözümlemek demektir. Dolayısıyla bu çözümlemenin temeli de politiktir. Foucault’nun düşüncesinde politik veçhe tamamen geleceğe, arzuya doğru bir hareketle bağlantılıdır. Politika, arzu üretmek, geleceğe dair bir şey üretmek, kendi pratiğimiz içerisinde bir ihtimal yaratmak için belleğimizle yaptığımız bir şeydir.



Peki zuhur etme, öngörülemez bir şey mi?


Georges Didi-Huberman: Burada da Foucault’nun aldığı konumlar ile Benjamin’in tarihin okunabilirliği üstüne söyledikleri arasından birbirini tamamlayabilecek bazı olanaklar olduğunu kanısındayım. Tarihteki herhangi bir şey, bir anda, aniden, belki de şimdiki zamandaki belli bir an sayesinde okunabilir hale gelir. Şimdiki bir an, geçmişteki bir şeyi bizim için okunabilir hale getirir. İşte Foucault tam da bu meselenin kalbine temas etmiştir. Buradaki olası bir buluşma noktası Burckhardt, Nietzsche ve Warburg’da doruğa ulaşan tüm teorik gelenek olabilir.


(…)


Ama okunabilirlik çantada keklik bir şey değil. Kim okuyor? Kim okuyabilir?


Georges Didi-Huberman: Asıl soru da bu, değil mi? Arşivlere gittiğinizde muazzam bir yığınla karşı karşıyasınızdır ve sürekli seçimler yapmak zorunda kalırsınız, çünkü her şeyi okuyamazsınız. Foucault seçimler yaptı; parçalar aldı. Müthiş seçimler yaptı. Söylemler tarihinde kendinden öncekilerin girmek istemediği sokaklara girdi.


Görmenin derslerinden biridir bu: Önceki söylemlerin tortulaşmasının, başkalarının görmesini engellediği şeylere bakmak. Elbette burada da seçim söz konusu. Tabii sabır da: Arşivde çok uzun süreler boyunca ve çok yavaş çalışılır daima. Sonra aniden bir şey zuhur eder: Bununla ne yapacağız? İşte o zaman temel fikre geri dönerim: nasıl parça alınacağını bilmek. Parça almak, hem mekânda hem de zamanda bir şeyleri kesmek, karar vermek demektir. Bilgiye dair bir karar. Etik bir karar. Politik bir karar almak demektir. Bu da şu soruyu akla getirir: Bilgiyi nasıl düzenleriz? Bu bir bakıma yöntem meselesidir.


Yöntem bağlamında Foucault’da beni özellikle büyüleyen ve her zaman çalışırken yanı başımda olduğunu hissettiğim bir şey var: Çalışmalarında resmin rolü. Örneğin, Deliliğin Tarihi -yanlış anımsamıyorsam- Frans Hals’ın bir tablosuyla açılır: Haarlem Yaşlılar Bakımevi'nin Naipleri. Kelimeler ve Şeyler, herkesin bildiği üzere başka bir büyük resimle, mükemmel bir resimle başlar işe: Velázquez’in Nedimeler’i. Deliliğin Tarihi’ne geri dönersek, her şey başka bir İspanyol’un başka tür bir resmiyle sona erer: Goya. Benim derdim de Velázquez ile Goya arasında neler olup bittiğini anlamak. Aklıma Foucault’nun hispanik kültürün bir başka önemli temsilcisi olan Borges’e gönderme yaptığı o müthiş pasaj geliyor: İşte benim “tablo” dediğim meşhur liste bu. Tabii Foucault’nun büyük olasılıkla özellikle yapmadığı bir ayrım yapıyorum burada: resim [painting] ile tablo [table] arasında. Unutmayalım ki, Foucault -tablo olarak resim kavramının çok kullanışlı olduğu- yapısalcılık olarak bilinen dönemde sarılmıştı kaleme. Bilginin Arkeolojisi’nde şöyle bir ifade geçer: “Dikkat edin!” “Resmin ne olduğunu biliyoruz: Bir dizi seridir.” Yani bir Velázquez var, ama aynı zamanda Mendeleev’in kimyasal elementleri atom numaralarına göre düzenlediği, insanların periyodik tablo dediği bir şey de var. Öte yandaysa Borges ile Roussel var... Düzen ve düzensizlik. Foucault sürekli bu ikisi arasında gidip gelir.


İmgelerle çalışırken, bu hareketle ilgilenmemeniz, düzen ile düzensizlik arasındaki ilişkinin o ince ve görkemli zorluğuna temas etmemeniz mümkün değildir. Yapısalcı düşünme biçimleri, resimlere bakıp onları mekanizmasını anlamak ister; ama Foucault sayesinde bundan çok daha fazlasını yapabileceğimizi keşfettik. Bundan fazlasını yapabilir ve -Aby Warburg tarzında “atlaslar” diye adlandırdığım- tablo imgelerinin örgütlenme biçimlerinin nasıl hem bilgi hem de bilgide semptomlar ürettiğini görebiliriz. Hem inşa hem rahatsız eden bir şey. Hem Mendeleev hem Borges olabilecek bir şey. Foucault bu ikisinin arasındaydı elbette ve büyüleyici olan da zaten bu.


(…)



Tam da Foucault ile aranızda metodolojik bir ilişki olduğunu düşünüyordum.


Georges Didi-Huberman: Foucault okumamış olsaydım, Fransa’daki Fra Angelico fresklerine baktığımda neye baktığımı anlayamazdım; sanat tarihi geleneği bunu görmemişti, görmek istememişti. Bu yüzden iki paralel kitap yazmam gerekti: Biri doğrudan freskler, diğeriyse insanların bu tür bir nesneyi, bu tür bir zuhur etmeyi neden göremediklerini açıklayacak sanat tarihi söylemlerinin bir tür tarihsel epistemolojisi üstüne. Bakın yine “zuhur etme” ifadesini kullanıyorum; elbette kaynağı Foucault.


On beşinci yüzyıldan beri orada olmasına rağmen, nasıl zuhur ettiği hiçbir zaman hakkınca ele alınmamıştı. Bu nasıl gerçekleşebildi? Nasıl oldu da, söylemin engellerini aşıp başka bir türde varlık buldu? Bir nesne nasıl doğar? Hem tarihsel hem de teorik bir nesne, nasıl doğar? Foucault, pratiklerin kullanımı ile söylemin kullanımı arasındaki ilişkide bunun tam olarak nasıl vuku bulduğunu gösterdi bize.


(…)


Foucault’nun külliyatının daima politik olduğunu söyleyebilir miyiz?


Georges Didi-Huberman: Tabii ki, tamamen. İlk kitabından itibaren attığı adımlar politikti. Söylemlerin ya da kurumların nasıl örgütlendiğini sorguladığınızda politik bir şey yapmış olursunuz. Ben bunu başlarda fark edemedim. 1990 yılında yayımlanan ve Vasari’den Panofsky’ye kadar sanat tarihi söylemlerini tarihsel boyutuyla eleştirdiğim bir kitap yazmıştım. Bir arkadaşım bana “politik bir kitap yazdın!” dediğinde ona “Hayır, yanılıyorsun, politika benim alanım değil. Ne olduğunu bilmiyorum” demiştim. Şimdiyse arkadaşımın haklı olduğunu düşünüyorum. Bu kavrayışa -pek de peşine düşmediğim- polemikler sayesinde vardım. Kültürel bir nesneyle ilgilendiğinizde, farkında olsanız da olmasanız da, haliyle politik bir veçheyle de hemhal olursunuz.


(…)



Hem filozof hem de sanat tarihçisisiniz. Foucault, sanat tarihinde neyi değiştirdi?


Georges Didi-Huberman: Örneğin Manet hakkında yazdıkları ilgimi çekmiyor. Aynı şeyi Freud için de söyleyebiliriz. Bir Leonardo da Vinci tablosunu tartıştığında, en büyüleyici halini ortaya koymaz. Ama Freud histeriye baktığında gerçek bir görme dersi verir.


Neden bilmiyorum ama hep Kliniğin Doğuşu’na dönüyorum. Foucault klinik bakışın ne olduğunu tarif ettiğinde, benim için bu, sanat tarihi açısından temel bir derstir. Ayrıca terimin en geniş anlamıyla (aïsthesis ya da duyum, duyularımız aracılığıyla bize ulaşan bir şey, duyuların bilgisi) estetik boyutu ve daha bilimsel olduğu varsayılan daha kuramsal bilgi bütünlerinin inşasını ifade ettiği için. Foucault bu ikisi arasındaki bağlantı kurmak için sıvamıştı kollarını. Histeriklerin o meşhur fotoğraflarını incelemeye başladığımda benim de yaşadığım buydu. Bu kadınlar Charcot’un nozolojik söylemince yaratılmış bir histeri kavramının örnekleri gibi duruyordu. Sonra Foucault’nun söyledikleriyle bunlar arasında bir yankı olduğunu fark ettim; hatta bir şekilde biraz daha öteye gidiyordu. Çünkü bunlar yalnızca söylemlerden ibaret değildi.  Salpêtrière akıl hastanesinde fotoğraf çekme olgusu, sadece kavramın ya da söylemin bir örneği değildi. Kavramın kendisinin de bir oluşma şekli vardı ve bu nedenle görüntülerin pratik boyutu, çok önemli epistemolojik bir yana sahipti. İşte bu yüzden bugünün esas meydan okumasının, Foucault’nun söylemlerle yaptığı şeyi, bizi çepeçevre sarmış olan imgelerle yapmak olduğunu söylemiştim.


(…)


Bu temsiller bir aracı olmadan bize ulaşabilir mi?


Georges Didi-Huberman: Şüphesiz ki, hayır. Walter Benjamin’in dediği gibi, “kötümserliği örgütlemek” ve bunu yaparken de teknikten kaynaklanan teorik ile pratik sorunları üstlenmek zorundayız. Bazen not almak, kaydetmek, fotoğraflamak ve filme çekmek üzere orada olan insanlar vardır. Her zaman değil, ama bazen. Muazzam bir yıkım var ama var kalmak da. Bir ara rebetiko biraz popülerlik kazanmıştı; daha fazla duyulmaya, daha fazla kayıt yapılmaya, sözleri yazıya dökülmeye başladı. Bu sadece bir örnek. Şunu demek istiyorum: Temsilin mecburen tahakkümle birlikte var olması gerektiğini düşünüyorsak yanılıyoruz demektir. İnsanlar kendilerini temsil edebilirler. Tahrir Meydanı’nda insanlar tam da bunu yaptı. Üstelik de bunu yapmak için CNN’e ihtiyaçları yoktu; her ne kadar kendilerini temsil ederken CNN’in orada olduğu gerçeğini görmezden gelemeyecek olsalar da.


Ateş böceklerinin var kalması… Nerede iktidar, varsa orada direniş vardır mı, diyorsunuz?


Georges Didi-Huberman: Umarım öyledir. “İktidarın olduğu yerde direniş de vardır.” Tam olarak bunu söylemiyorum buna inanıyorsanız… İktidara her zaman direniş eşlik etseydi çok daha güzel olurdu.



Sizce öyle mi?


Georges Didi-Huberman: Şayet Foucault’dan söz ediyorsak, o zaman ikimizin de buna inanması gerekir. Elbette öyle düşünüyorum. Ateş böcekleri fikri o kadar da orijinal değil; çünkü Deleuze, Guattari ve Foucault minörün öneminden söz ederken tam da bunu kast ediyordu. Ateşböceği İtalyancada “küçük ışık” manasına gelir. Yani net şekilde göremediğiniz minicik bir ışık. Spot ışıkları yanar yanmaz ateşböcekleri kaybolur. Yani karanlığı, geceyi korumak zorundasınız. Minörlükler/azınlıklar her yerdeler. Karanlıkta bile olsa harekete geçmeleri gerekiyor.



Çeviri: Utku Özmakas


Comments


Üst
bottom of page