Sonja Feger
Kavramsal Olmayanın Teorisi’nde Blumenberg temel olarak insanların kadir olduğu epistemik işlemlere odaklanmaktadır. Spesifik olarak, insanların gerçeklikle ilişki kurmasının belirli bir yoluyla, yani teorileştirme eylemiyle -ya da fenomenolojik terimlerle ifade etmek gerekirse, insanın teorik bir tavır benimseyerek düşünme nesnesiyle arasına mesafe koyma eylemiyle- ilgilenmektedir.
07/23 | Kitap
Son yıllarda Hans Blumenberg’in kitaplarının ve kısa eserlerinin İngilizce ve Fransızcaya çevrilmesi onun çalışmalarına artan ilginin bir başka kanıtı.
Blumenberg’in daha önce yayımlanmamış metni Theorie der Unbegrifflichkeit [Kavramsal Olmayanın Teorisi] ilk olarak 2007’de Anselm Haverkamp editörlüğünde çıktı. Kitap başlığını Blumenberg’in 1975 yazında Münster’de verdiği bir dersten alıyor. Bu kısa metin, Blumenberg’in düşüncesindeki çeşitli temaları oldukça yoğun bir şekilde ilişkilendirdiği için özellikle ilgi çekici.
Ana metin Blumenberg’in verdiği dersin elyazmalarına dayanmaktadır; bunu “Bruchstücke des ‘Ausblicks auf eine Theorie der Unbegrifflichkeit’” (Kavramsal Olmayanın Teorisine Bakış’tan Fragmanlar) başlıklı ek bir bölüm izliyor. Kavramsal Olmayanın Teorisi’nde çoğunlukla başlık veya alt başlık bulunmaz; sadece “ekonomi ve lüks” üzerine bir gezinti ile bir geçiş görevi gören “olumsuzlama” üzerine gözden geçirilmiş bir pasaj, başlık olarak yer alır. Bunun yerine, daha büyük bölümler basitçe sayfa sonlarıyla bölünür. Editörün de belirttiği gibi, Blumenberg gözlemlerini karmaşıklık seviyesinde farklı örneklerle sunar ama bunu yaparken genellikle dinleyicilerini veya okurları bir sonuca yönlendirmez. Blumenberg’in çalışmasını bölümlere ayırmayı ya da yeni başlıklar eklemeyi reddeden editör, bir konferans tonu ile yazılı bir metin arasında gidip gelen basımın özgün karakterini özenle korumayı ve aktarmayı başarıyor. Blumenberg’in üslup açısından yoğun olan tüm metinleri okura bir meydan okumadır; bu metin de farklı değil. Blumenberg’in çalışmalarına kolayca nüfuz etmeyi sağlayacak bir giriş bekleyenler bu kitapçıkta bunu bulamayacaktır. Bununla birlikte, burada tartışılan temalar Blumenberg’in fenomenolojik projesinin merkezinde yer alır, dolayısıyla metnin meydan okumasına cevap verme çabasına değer.
Öncelikle, kitabın tam olarak ne hakkında olduğuna karar vermek hiç kolay değil. Benim önerim şu: Bir bütün olarak metnin, insanların gerçeklikle başa çıkma yollarının çeşitliliğini bir araya getirdiği söylenebilir. Daha spesifik olarak, Kavramsal Olmayanın Teorisi’nde Blumenberg temel olarak insanların kadir olduğu epistemik işlemlere odaklanmaktadır. Spesifik olarak, insanların gerçeklikle ilişki kurmasının belirli bir yoluyla, yani teorileştirme eylemiyle -ya da fenomenolojik terimlerle ifade etmek gerekirse, insanın teorik bir tavır benimseyerek düşünme nesnesiyle arasına mesafe koyma eylemiyle- ilgilenmektedir.
Kavramsal Olmayanın Teorisi, teori hakkında iki yönlü veya iki katmanlı bir metin olarak görülebilir. Blumenberg ilk olarak, kavramsal düşünmenin (ya da bunun eksikliğinin) bilişteki rolüne odaklanarak insanların kadir olduğu çeşitli epistemik işlemleri ele alır. Kavramsal düşünmenin yapısını tanımlama ve ona bilişte oynadığı rolü atfetme girişiminde, teorileştirme eyleminin alabileceği çeşitli biçimleri inceler. İkinci olarak, Kavramsal Olmayanın Teorisi başlı başına teorik bir çalışmadır. Fakat bu, teorik ve pratik felsefeyi karşı karşıya getirmek anlamına gelmez, çünkü Blumenberg’in kendisi, epistemolojik gözlem ve kavramlardan yararlandığı kadar (geniş anlamda da olsa) pratik örnekleri de kullanmaktadır. Blumenberg daha ziyade, teorik bir tavır alma yeteneğini, yaptığımız ve icra ettiğimiz bir şey olarak görmektedir; ona göre bu, ayırt edici, özünde insani bir şeydir. Kısacası Blumenberg teoriyi, gerçekliğe tam olarak teorik bir bakış açısıyla yaklaşmanın insani yollarından biri olarak ele alır. Başka bir deyişle, teori hem bir yöntem hem de bahis konusu nesne olarak ele alınır; böylece teorinin kendisi Blumenberg’in teorik ilgisinin nesnesi haline gelir. Bu anlamda, yukarıda sözü edilen metindeki iki katmanlı yaklaşım, Blumenberg’in teorinin ikilenmesi üzerine yaptığı oyunla ortaya çıkar.
Bu incelemenin ilk adımı olarak, Blumenberg’in kavramsal düşünme mefhumuna ilişkin önerisini tartışmak istiyorum. İkinci olarak, kavramsal düşünmeyi insanların takınabileceği teorik tavırla ilişkilendireceğim. Daha sonra, Blumenberg’in kavramsal düşünme ve kavramsal olmayanı sınırlandırma girişimlerini ve antropolojik gözlemlerini ele alacağım. Sonuç olarak, Kavramsal Olmayanın Teorisi’nde bulunan antropolojik ve epistemolojik boyut arasındaki bağlantıya değineceğim. Metnin değindiği her konuyu ele alamayacağımı söylemeye gerek yok. Estetik, yaşam dünyası kavramı, mutluluk, metaforlar, olumsuzlamanın epistemik işleyişi veya önlemenin / önlem almanın antropolojik işlevi gibi Blumenberg’in gözlemlerinin geniş yelpazesine giren diğer konular burada büyük ölçüde yorumsuz kalacak.
Kavramsal düşünme
Kitabın başlığının ima ettiğinin aksine, metin “kavramsal olmama” (Unbegrifflichkeit, inconceptuality) teriminden ne anlaşılması gerektiğine ışık tutarak başlamıyor. Aksine, metin ilk olarak kavramsal düşünmeye odaklanıyor. Ancak Kavramsal Olmayanın Teorisi, her ikisinin de (kesin) bir tanımını hedeflemekten ziyade, gerçeklikle başa çıkmanın bu iki farklı yolunun birbirlerine nasıl atıfta bulunabileceği sorusunu gündeme getiriyor ve dahası, genel olarak teoriye atıfta bulunuyor. Ama bu iki terimden en az birinin kesin bir tanımının verilmesini bekleyen okur hayal kırıklığına uğrayacaktır.
Metinde kavramsal düşünmenin kesin bir tanımının yapılmamış olması, Blumenberg’in kavramsal düşünmeye atfettiği önemli yönlere değinmediği anlamına gelmez. Ona göre, kavramsal düşüncenin temelinde iki özellik bulunmaktadır: Birincisi, kavramsal düşüncenin namevcudiyet (absence) olgusuyla bir ilgisi vardır. Örneğin, alışveriş listesi yaparken (zihinsel olarak) temsil ettiğiniz, eksik / namevcut veya bitmiş yiyecekleri düşünün. Blumenberg’e göre, bu durumda kişinin yaptığı şey, somut olarak erişilebilir olmayanı yeniden mevcut kılmak (re-present) için kavramsal düşünceyi kullanmaktır (kendi payına duyusal erişilebilirliğin tüm basamaklarını temsil eden kavram kalır yalnızca geriye).
Bununla birlikte, Blumenberg’in kavramsal düşüncede namevcut bir nesnenin temsiline ilişkin kendi örneği, benim alışveriş listesi örneğimden daha spesifiktir. Antropojenezin ilkel bir sahnesine, yani bir tuzak yapımı sahnesine atıfta bulunur. Bir tuzak kuran kişi, tuzağın şekil ve boyutunu önünde sonunda yakalamayı umduğu hayvana göre ayarlamak zorundadır. Örneğin bir mamut yakalamaya uygun bir tuzak kurmak, tuzağın kurulduğu anda orada olmayan mamutu [ayağına] çağırmaktan (calling into presence) başka bir şey gerektirmez. Dolayısıyla bir mamut kavramına sahip olmak, böylece, onu yakalanması umulan av olarak saptamak, yani tuzağı şekil ve boyut olarak belirlemek anlamına gelir. Blumenberg’e göre tuzak kuran kişinin gerçekleştirdiği şey, namevcut bir nesnenin kavramsallaştırılmasıdır. Ya da fenomenolojik terimlerle ifade edecek olursak: Tuzak kurmak bir eidosu bilmeyi ve bu bilgiye göre hareket etmeyi içerir. Bununla birlikte, Blumenberg’in örneği, kavramları kullanabilmenin (insanın) evrimsel tarihinde bir başarı olduğunu ve örtük olarak transandantal öznelliğin (özenelerarasılığın) tarihsel teşekkülünü varsaydığını vurgular. Blumenberg’in kavramsal düşünme alanında konumlandırdığı ikinci husus, yukarıda bahsedilen namevcudiyet fenomeniyle yakından bağlantılıdır ve mesafe fenomenini işin içine katar. Bir tuzak kurmak, kişinin eylemlerini hemen verili olmayan, zamanda ve mekânda uzakta bulunan nesnelere ya da olaylara yönlendirir: bir mamut şimdi ve burada değil, belki yarın ve orada yakalanacaktır. Bu bakımdan kavramlar, insanların belli bir mesafeden eylemde bulunmak (actio per distans) için kullandıkları araçlar gibidir. Blumenberg’e göre tuzak, kavramsal düşüncenin ilk zaferidir.
Teori
Blumenberg’e göre, tuzak kurarken bir avın temsil edilmesi gibi kavramsal düşünme, aklın ürünleri veya performansları / etkinlikleri arasında sayılabilir (aklın bir ürünü). Akıl kavramsal düşünmeyi ve dolayısıyla yukarıda bahsedilen actio per distans’ı da kapsadığından, Blumenberg’e göre akıl hem mekânsal hem de zamansal olarak mesafeli bir performans ortaya koyan bu epistemik işlemlerin özüdür. Ancak bunun tersi, yani aklın yalnızca bir şey kavramsallaştırıldığında var olduğu iddiası geçerli değildir. Bu nedenle, Blumenberg’e göre, kavramsal düşünme yoluyla uzaktan eylemde bulunmanın, insanın teorileştirme yeteneğine sahip bir varlık haline gelme sürecinin yalnızca ilk adımı olduğu vurgulanabilir. Çünkü Blumenberg’e göre kavramsal düşünmeyi -onu kapsadığı ölçüde- aşan şey, olduğu haliyle teorik bir tavırdır. Blumenberg, antropojenik bir varsayımdan yola çıkarak bu fikri daha anlaşılır kılar: Blumenberg’e göre insan, doğrulan, kısa algı aralığını aşan ve duyularının ufkunu ihlal eden (transgress) varlıktır (İnsan, evrimi içinde ayağa kalkmış ve görsel olarak algısının sınırlı yakın sahasını terk etmiştir; duyularının ufku mesafeye, zaman kazanmaya, tepkinin geciktirilmesine ve önlem almaya uygun bir davranış tarzına doğru genişlemiştir.) İnsan bakışını yukarı kaldırıp ufka yöneltir, yani artık sadece kendisine anlık ve fiili dokunulabilirlik alanı içinde verilen nesnelerle değil, aynı zamanda (yine tuzağa yakalanmış mamutlar gibi) potansiyel olarak dokunulabilir nesnelerle de ilgilenir. Blumenberg’e göre bu ihlal hareketi kendini tekrar eder. İnsan, kendisine (hem zamansal hem de mekânsal olarak) dolayımlı bir şekilde verilen nesnelere hâkim olmak için yalnızca duyularının ufkunu aşmakla kalmaz. Yukarıda bahsedilen antropojenik uğrak, insanın başını iki aşamada döndürmesinde yatmaktadır. İlkin, bakışlarını yerden ufka doğru kaldırır, bu da belirli bir mesafenin üzerindeki nesnelere dolaylı olarak hâkim olmak anlamına gelir. Bu şekilde, hem tuzak kurmak hem de ufka odaklanmak bir actio per distans anlamına gelir. İkinci olarak, insan gökyüzüne bakmak için başını doksan derece daha çevirir [yukarı kaldırır] (Yunanların ve Romalıların kadim teleolojik antropolojisi şu iddiada hemfikirdir; insan bedeninin dik durması ve başının hareket etmesi, doğanın insanı göklerin gözlemcisi yapma yönündeki nihai niyetini açığa vurur. Bunun anlamı şudur: Bakış gelmekte olanı beklemek ve bunun üzerine harekete geçmek için mekânsal ve zamansal ufukta sabitlenmiş değildir, aksine, halihazırda topraktan yatay düzleme doksan derece yükselmiş bakış yeniden doksan derece yükselir ve yıldızlı göğe yönelir.) Trakyalı hizmetçinin kahkahasının da gösterdiği gibi, Blumenberg Miletli Thales’i “ilk filozof” kabul eder [1]. Onu felsefi anlamda ilk contemplator caeli’ye dönüştüren de tam olarak gökyüzüne yönelttiği bakışıdır. Avı önceden sezmenin ve dolayısıyla potansiyel olarak somut bir nesneye yönelmenin aksine, gökyüzündeki yıldızlar algılanabilir olsalar da (en azından birkaç asır boyunca) soyut kalırlar. Gökyüzü, algının mümkün tüm nesnelerinin bütününü kapsayan ve dolayısıyla bütünlük fikrini temsil eden şeyi temsil eder. Bu anlamda, Miletli Thales’in bakışlarını çevirdiği gökyüzü, teorik bir tavrın nihai nesnesini temsil eder; Thales’in proto-filozof olarak tanımlanmasının sebebi de budur zaten. Blumenberg'e göre bu, nihai olarak dünyanın bütünlüğünü tasavvur eden teorik bir tavırdır. (Thales anektodunun sergilediği çatışmanın antropolojik boyutu, pratik dünyanın realizmine yabancılaşmadan saf teoriye, dünyanın bütünlüğüne dair bir sava ulaşmanın mümkün olmamasıdır.) Blumenberg’in aklındaki, aklın niyetlerinin kavramsal düşünmenin performanslarını aştığını ve bütünlük fikriyle ilgili olduğunu öne sürerken bu olsa gerektir (kavramın etkinliğinin -performansının-, bir şekilde daima bütünlükle ilgisi varmış gibi görünen aklın niyetine kıyasla kısmî olduğu söylenebilir.)
Blumenberg, ampirik nesnelere karşılık gelen kavramlardan başlayarak, dar anlamda kavramsal düşünmenin aşılmasını sağlayan bir şeyi hesaba kattığı ölçüde incelemesinin kapsamını genişleterek ilerler. Yani, özne yalnızca tekil nesneleri birbirinden tamamen kopuk olarak algılamakla ve gökyüzüne kozmik bir bütün olarak hayran olmakla kalmaz, aynı zamanda nesneler arasındaki -potansiyel- ilişkileri de dikkate alır. Fenomenolojik terimlerle ifade edersek, algılayan ve yansıtan / düşünen öznenin yönelimsel niyet sürecinde noematanın yataylığına göre ilerlediği söylenebilir. Kavramsallaştırma (veya teorileştirme) eyleminde ampirik bir nesne ne kadar az rol oynarsa, düşünme sürecinde -idealleştirme eylemi gibi- entelektüel etkinlikler o kadar önem kazanır. Belirli noemalar arasında anlamlı bir ilişki kurma girişimi, onları kapsayan bütünlük üzerine düşünmeye (reflection) -ya da yine fenomenolojik terimlerle ifade edecek olursak, tüm ufukların ufku üzerine düşünmeye- sevk eder. Bununla birlikte, Blumenberg’in naif bir tavırdan ayrı gözlemleyen, teorileştiren bir bilinç modu olduğuna dair temel içgörüyü fenomenoloji ile paylaştığı açıktır.
Kavramsal olmayan
Yine de, teorik etkinlikler alanında kavramsal olmayana hangi rolün verileceği sorusu hâlâ cevaplanmamıştır. Bir kez kavramların kullanımının ampirik nesnelerin (yiyecekler veya bir av gibi) temsilleriyle sınırlı kalmadığı, aynı zamanda bir şekilde daha büyük soyutlama içeren entelektüel edimlere de dahil olduğu gösterildikten sonra, Blumenberg odağı, -her ikisi de teorik tavır tarafından kuşatılan- kavramsal olan ve kavramsal olmayan düşünce arasındaki sınıra kaydırır. Kavramsal düşünmeyi, her şeyden önce sezgi / görü ile anlama arasında koşutluk kuran epistemik bir işlem olarak kavrar. Blumenberg açıkça Kantçı bir bakış açısından yola çıkar. Bu yüzden, kavramsal olmayan düşünceyi de Kantçı terimlerle ele alması hiç şaşırtıcı değildir. Blumenberg’in yaptığı şey, sınır kavramları (Grenzbegriffe) ve fikirleri kendi kavramsal olmayan anlayışıyla ilişkilendirmektir. Bu anlayış, ampirik nesnelerin temsilinde gerçekleştirilen kavramsal somutlaştırma tarzının soyut fikirlerin temsil edilme tarzından farklı olduğuna dair kanaatiyle bağlantılıdır. Elbette bu, (dünya kavramı veya özgürlük fikri gibi) soyut fikirlerin insan aklı tarafından katiyen ele alınamayacağı veya işlenemeyeceği anlamına gelmez. Bunun yerine, Blumenberg’e göre, insan aklı soyut fikirlere farklı bir şekilde, yani kavramsal olmadan (nonconceptuality) yola çıkarak yaklaşmalıdır. Ona göre kavramsal olmayan, salt felsefeye yardımcı bir disiplin olarak ele alınmamalı ya da üstlenilmemelidir. Bunun yerine, kavramsal düşünme nosyonuna yönelik önceden gösterilen çabaların amaçlarına ulaşmadığını (Kavramın hizmetindeki kavramsal olmayan –bu, mevcut konuyu felsefenin yardımcı bir disipliniymiş gibi ele almanın nezaketle göz önünde bulundurulmasının tek imkânıdır. Ama hatırda tutulması gereken daha ciddi bir durum var: kavramın ön alanında yapılan çalışmanın, fiilen yahut olguya özgü bir zorunluluk yüzünden amacına ulaşmakta başarısız olması.) ve kavramsal düşünmenin, ampirik nesnelerin görüsü tarafından er geç -en azından muhtemelen- somut hale getirilme koşuluna tâbi olduğunu kabul etmek gerekir. Blumenberg’e göre, kavramsal olmayan, bu koşulun yerine getirilemeyeceği ortaya çıktığı anda, yani fikirleri temsil etme girişiminde devreye girer. Burada, hem Almanca orijinal metinden hem de Türkçe çeviriden alıntı yapmak makul görünüyor: “im Zusammenhang mit der Angewiesenheit des Begriffs auf Anschauung und der Verfehlung dieser Bedingung bei der Idee”: “kavramın görüye bağımlılığı ve bu koşulun / eklemlenmenin idede savsaklanması [idede başarısızlığı] söz konusudur.” Başka bir deyişle, Blumenberg için kavramsal olmayan düşünce, soyut fikirlerin somutlaştırılmasında kullanılan bir araçtır. Benim Kavramsal Olmayanın Teorisi okumamda, Blumenberg için sınır kavramlar (Grenzbegriffe) ve fikirler (yeri gelmişken, metaforlar gibi), kavramsal ve kavramsal olmayan düşüncenin eşiğini temsil eder. Teorik etkinliklerin geniş yelpazesi salt kavramsal olanı aşmalıdır.
Ancak Blumenberg sadece bir kavramsal olmama teorisinin neleri barındırması gerektiğini belirtmekte ve okurlarına (veya dinleyicilerine) işaret edilen yolu takip etmeleri için açık kapı bırakmaktadır. Ona göre, kavramsal olmayana dair bir teori, teorik tavrın ve kavramsal düşüncenin türetildiği bu ufukları geniş anlamda yeniden inşa etmekle ilgilidir. (Kavramsal olmayana dair bir teori, teorik tavır ve kavram oluşumunun ortaya çıktığı -en geniş anlamıyla- ufukları yeniden oluşturmalıdır.)
Antropoloji
Blumenberg’in söz konusu epistemik işlemlerin her biri için kesin bir kavram arayışında olmadığını akılda tutmak önemlidir. Hem kavramsal hem de kavramsal olmayan düşünmenin kullanımı, insanların kadir olduğu epistemik performansların / etkinliklerin bütünü arasında sayılabileceğinden, bunlar esas itibarıyla insani özelliklerin tanımının bir parçasıdır. Yani Blumenberg gözlemlerini daha geniş, antropolojik bir çerçeveye oturtmayı amaçlamaktadır. Kendisinin de dediği gibi, bir antropolojik kavram teorisi acil bir zarurettir.
Blumenberg’in Kavramsal Olmayanın Teorisi’ndeki çabasını çerçevelemek için, yukarıda bahsedilen ilksel av sahnesine bir kez daha dönmek faydalı olacaktır. Blumenberg, kavramsal düşünme etkinliklerini örneklendirmek için neden ilksel bir sahne kullandığı ya da bu örneğin hangi epistemik statüye sahip olması gerektiği sorularına net bir yanıt vermez. Tek yaptığı, bir tuzak kurma imgesinin kavramsal düşüncenin kapasitelerini tasvir etmenin en iyi yolu olabileceğine dair varsayımının altını çizmektir. (Bir kavramın neyi yerine getirdiği, belki de bir tuzağın imali üzerine düşünülürse apaçık kılınabilir.) Yani yazarın kendisi, kullandığı örneğe nihayetinde hangi epistemik statünün atfedilmesi gerektiğini ucu açık bir soru olarak bırakmaktadır. Ancak Blumenberg, kavramsal ve kavramsal olmayan düşünme kapasitelerinin nasıl mümkün hale geldiğini, aynı anda hem antropolojik hem de türsel bir bakış açısıyla açıklamayı amaçladığını açıkça belirtmektedir. (Bunu antropolojik açıdan, türsel açıdan -genetisch- anlamayı deniyorum). Dolayısıyla bir tuzağın inşası, aklın performanslarını veya kapasitelerini antropolojik ve daha spesifik olarak antropojenik bir çerçeveye yerleştirme girişimi olarak ele alınabilir. Bu nedenle, Blumenberg’in verdiği örneğin bir alışveriş listesi değil de yaklaşık on bin yıl önce bir tuzak kurulması olması tesadüf değildir. Blumenberg’in yaptığı şey, insanın doğrulması ve başını iki kez doksan derece döndürmeyi başarmasıyla ilgili antropojenik gözlemleri, teorinin -ve onunla birlikte felsefenin- nasıl mümkün hale geldiğine dair transandantal soruya bağlayan bir çizgi çekmektir. Kavramsal Olmayanın Teorisi, epistemolojik bir bakış açısıyla kavramsal düşünmenin statüsüne dair tartışmaya bir katkı sunuyor ve bunun da ötesinde, bir bütün olarak aklın kapasiteleri hakkındaki tartışmaya dikkat çekiyor. Bu yüzden de eser transandantal felsefenin bir parçasıdır çünkü teorinin imkânının koşullarına ilişkin bir yaklaşımdır. Blumenberg’in Kavramsal Olmayanın Teorisi’nde ampirik olan ile transandantal olan arasındaki ayrıma ilişkin görüşü oldukça karmaşıktır: Teorinin imkânının koşullarını ortaya koymak amacıyla transandantal felsefeye ilişkin bir soru ortaya atar; bu koşullar ancak insanlığın tarih öncesine ilişkin ampirik varsayımlara atıfta bulunularak açıklanabilir.
Başka bir deyişle, Blumenberg hem kavramsal hem de kavramsal olmayan düşüncenin insanı tanımlama projesine önemli bir katkı sunduğunu düşünmektedir (ölümünden sonra yayıma hazırlanan bir başka eserin başlığında olduğu gibi: Beschreibung des Menschen: İnsanın Tanımı). Bizzat söylediği gibi, antropolojik önkoşulları kavramsal düşünme performanslarının / etkinliklerin kaynağı olarak düşünmek gerekir; bunlar da aklın amaçlanan bütünlüğünün bir parçasıdır (antropolojik önkoşullar …. Kavramın başarısının da türediği bu kaynağın, aklın bütünlüğe yönelimiyle ancak kısmen ilişkili olduğunu aklımızdan çıkarmamalıyız). Kavramsal ve kavramsal olmayan düşünme gibi aklın karakteristik etkinliklerini tanımlama (ve kısmen açıklama) niyetine işaret etmek, Kavramsal Olmayanın Teorisi’ni Blumenberg'in antropolojik bir felsefeye yönelik sayısız girişimi arasında saymak anlamına gelir. Burada Blumenberg’in çabası fenomenolojik bir disiplinin taleplerini aşar, çünkü Blumenberg fenomenolojiye antropolojik bir yönelim kazandırır. Giriştiği şey saf bilincin bir fenomenolojisi değil, daha ziyade insanın teorileştirme ve felsefe yapma yeteneğini ortaya çıkaran antropojenik boyutun fenomenolojik olarak motive edilmiş bir açıklamasıdır.
Sonuç
Blumenberg’in metni, antropolojik betimleme alanı ile transandantal felsefe alanı arasında karmaşık bir etkileşim öneriyor. Blumenberg, aklın tüm kapasitelerinin bir parçası olarak kavramsal düşüncenin nasıl mümkün olabileceği meselesine dikkat çekerken, bu ikisini birbirine bağlayan özellikle antropojenik boyuttur. Sonuç olarak, Kavramsal Olmayanın Teorisi’nin üç şekilde okunabileceği söylenebilir: Birincisi, insan aklının etkinliklerine odaklandığı için bu antropolojik bir metindir. Metnin temel ilgi alanı muhakeme / akıl yürütme ve aklın alabileceği çeşitli biçimler olduğundan, metin, ikinci olarak, epistemoloji alanında bir proje yürütüyormuş gibi görülebilir. O halde antropolojik ve epistemolojik boyutlar arasında bağlantı sağlayan, üçüncü olarak, genetik fenomenolojinin Blumenberg’in öne sürdüğü antropojenik görüşe doğru genişletilmesidir.
Bu noktada, metnin sunuluş tarzına dönülebilir. Başlık tam anlamıyla gelişmiş bir kavramsal olmayan teorisi vaat ediyor gibi görünse de, metin deneme kabilinde geçici bir girişimden ibaret ve keşfe yönelik bir karakter sergiliyor. Okura çeşitli felsefe ve edebiyat metinlerinden alınmış örnekler ve açıklamalar sunuluyor; metin insan aklının etkinliklerine dair zengin tasvirlerinden ibaret ama eklemek gerekir ki bundan azı da değil. Tüm bu betimlemeler fenomenolojik gelenekten güçlü bir şekilde etkilenmiştir. Netice itibarıyla, Kavramsal Olmayanın Teorisi, Blumenberg’in fenomenolojiden etkilenmiş bir antropolojiye katkıda bulunmaya yönelik girişimleri arasında sayılmalıdır.
Çeviri: Murat Erşen
***
Aşağıdaki metin, Hans Blumenberg'in Kavramsal Olmayanın Teorisi adlı eserinden alıntılanmıştır. *
Kavram aklın bir ürünü, hatta zaferi diye geçinir, öyledir de. Ama bu, bir tersine çevirmeye, aklın, yalnızca kavrama gerçeklik, yaşam ya da varlık –bütünlük nasıl adlandırılmak isteniyorsa artık– vermenin başarıldığı, en azından bunun için çabalandığı yerde bulunduğunu söylemeye izin vermez.
Akıl ve kavram arasında özdeşlik yoktur. Ama elbette, aklın niyetinin / yöneliminin kavramın etkinliğiyle / başarısıyla (Leistung) hiçbir ilgisi olmadığını söylemek de saçma olacaktır. Daha ziyade, kavramın etkinliğinin, bir şekilde daima bütünlükle ilgisi varmış gibi görünen aklın niyetine kıyasla kısmî olduğu söylenebilir.
Kavramın, nesnesinin yokluğuyla bir ilgisi vardır. Şöyle de söylenebilir: kavramın, nesnenin tamamlanmış tasavvurunun (Vorstellung) eksik olmasıyla ilgisi vardır. Bu bağlantı iki farklı duyu organı arasındaki ilişkiyle kıyaslanmıştır: Görme yalnızca dokunma, hissetme, dolayısıyla tutma imkânının yerini tutar. Bu bakımdan, optik mevcudiyet dokunsal mevcudiyeti önceler, ama onsuz da kendine yeterlidir. Görünürlük ise nesnenin uzaklığından kaynaklanan dokunsallık noksanlığıdır. Mesafenin mekânsal ya da zamansal olarak daha büyüdüğü tasavvur edilirse, kendi payına duyusal erişilebilirliğin tüm basamaklarını temsil eden kavram kalır yalnızca geriye.
Aklın, böyle mesafe içeren başarıların son kertesi olduğu, kavramda, şimdi ve burada olmanın ikamesi olarak zaten bulunanı tamamladığı söylenebilir. Dolayısıyla, (nesneymişlercesine ideler – kurallar olan) dünya, ben, zaman, mekân gibi nesne kipine ait olmadığı için hiçbir yerde mevcut hale gelemeyen şeyleri tamamladığı da.
Schopenhauer, akıl sayesinde “zamandan bağımsız olarak yaşamın tam bir planına, adeta, bütünlüğünde dünyanın küçültülmüş, renksiz, soyut, matematiksel bir taslağına sahip olduğumuzu” düşünmüştür.
Kavram bir ikame (Surrogat) değildir gerçi; ona yüklenmiş felsefi beklentileri hüsrana uğratacak şekilde, aklın niyetlerini gerçekleştirmez; sadece niyetlerinin seyrini, yönelimlerini yerine getirir.
Bunu antropolojik açıdan, türsel açıdan (genetisch) anlamayı deniyorum. İnsan, ayağa kalkan ve algısının dar çevresini terk eden, kendi duyularının ufkunun ötesine geçen actio per distans varlık, uzaktan eyleyen varlıktır. Algılamadığı nesnelere etki eder. İlk barınağı mağaralarda, arzularının ve yaşam kavgasının nesnelerini çizer duvarlara. Kavram, bu avcı ve göçebe varlığın yaşamı içinde meydana gelir. Bir kavramın neyi yerine getirdiği, belki de bir tuzağın imali üzerine düşünülürse apaçık kılınabilir: Tuzak, her şeyde, henüz beklenen ama kendisi orada bulunmayan, daha ele geçirilecek bir nesnenin şekil ve kütlesine, davranış ve hareket tarzına göre tertip edilir. Öte yandan bu nesne bugüne özgü ihtiyaçlarla değil bir zaman boyutu taşıyan ihtiyaçlarla ilgilidir. Bir antropolojik kavram teorisi acil bir zarurettir, çünkü yalnızca o hem kavramın etkinliğinin hem de bu etkinliğin, göçebe yaşam biçiminden doğmayıp, yerleşikliğe özgü boş zamanı koşul olarak taşıyan böyle icaplar karşısındaki yetersizliğinin işlevsel olarak gözlenmesine izin verir. Zira şöyle dikkate değer bir olgu vardır; kuşkusuz kavram avcıların ve göçebelerin yaşam biçiminin bir ürünüdür ama kavramların etkinlikleri sonucu başardıklarının (Leistung) doruğu olarak teorinin koşulu da kentsel yerleşiklik ve işbölümüdür.
Kavram aklın talep ettiği her şeyi karşılayamaz. Mesele, sadece kavramların en yüksek gelişim basamağıyla aklın icapları arasındaki boşluk değildir, aksine, kavramın tamamlanmasının, aklın isteklerinin yerine gelmesini aksatıp aksatmadığı, hatta engelleyip engellemediği üzerine düşünmek gerekir. Lichtenberg, kavramı tanımlamak için Kartezyen söz dağarını kullanarak şunu yazmıştır: “seçik kavramları yeniden açık kılmak üzere dönüştürmek.” Bu ne anlama gelebilir? “Açık” ve “seçik” ifadeleri evvela tasavvur bakımından, ardından Yöntem Üzerine Konuşma’daki ilk kural uyarınca kavram bakımından Modern çağda tayin edici olmuş Kartezyen adlandırmalardır. Bu, tam nesnelleştirme idealidir, terminolojinin bu temelde eksiksizleştirilmesi idealidir. Bu ideale ulaşıldığında felsefi dile saf kavramsal bir dil olarak nihai hali verilmiş olurdu. Artık bir geçici ahlakın olmaması gibi, kavramsallık içinde de eğreti hiçbir şey varlığını sürdüremezdi. Bu iki ifadenin işaret ettiği şey, son Kartezyen Edmund Husserl’in “dil ve dünyanın örtüşmesinin evrenselliği” olarak adlandırdığı şeydir (Formale und Transzendentale Logik, Halle, 1929, 22).
Kavram actio per distans’tan, mekânsal ve zamansal olarak uzaktan eylemekten ortaya çıkar. Zamansal uzaklık söz konusu olduğunda, geçmişteki bir olaya dair bir anlatının (isimler ve ayrıntılı tasvirlerle yetinebilirsiniz) taşıyabileceği kesinlik ile yaklaşmakta olan ve mümkün olay ve nesnelere atıf yapan bir beklentinin dillendirilmesinin sahip olacağı o belirsizlik ve daralmanın iç içeliği arasındaki farkı görmek kolaydır. Kavram, zamanı gelmekte olan bu tür deneyimleri daha sıkı kavrayabilmek için yeteri ölçüde belirsiz olmalıdır; öyle ki tamamen somut olanın ayrıntısında geçmiş deneyimlere nazaran bazı sapmalar ortaya çıktığında, bu deneyimlere uygun düşen tutumlar hâlâ onlara atıfta bulunabilir. Kavramın, kendi sınıflamasına tabi olacak tüm somutlar için hareket sahasına gereksinimi vardır. Yeterince Seçiklik taşımalıdır gerçi, ama münhasırlığı, bir ismin o isme sahip bireye, bireyin kimliğine ve bireyin tanımlanmasına kıyasla sahip olmak zorunda olduğu o darlığı taşımamalıdır. Bu bakımdan kavram, hatırlamaya ehil bir varlığın aracı olmaktan ziyade önlem almaya yönelmiş bir varlığın aracıdır; o, henüz dolaysızca yakında olmayanla baş etme yollarını arar. Antropolojik ve genetik açıdan bakılırsa, kavramın seçikliği ideali, kavramın, hareket alanının (somut olarak algılanan ya da tasavvur edilen bir varlığın, tipik olarak deneyimden hareketle kurulmuş, hazırlanmış, öngörülmüş tüm eğilim ve koşullara yine de uyacağı bir sahadır bu) esnekliğiyle ilişkisine dair bir idealdir.
Açıklık idealinin kaynağı ise mekânsal mesafe ile ilgilidir. Öyleyse burada söz konusu olan, içinde, bir şeyin sonunda bir şey olarak algılanacağı ve tanınacağı / kabul tolerans aralığının belirlenmesi değil, mekânsal yakınlık ve uzaklık sebebiyle görüşte gerçekleşen değişimlerin, özellikle de yaşamın bir ortama, bir atmosfere bağımlı olmasının görüşte yarattığı bulanıklıklığın [bakışın uyarlanmasını] engellemeleri bakımından bu belirleme eyleminin koşuludur. Yaşam ve optik, koşulları bakımından karşıtlık içinde dururlar: Optiğin ideali, ışığın bir engelle karşılaşmasına müsamaha göstermeyen boş mekândır, yaşamın koşulu ise içinde hâlâ nefes alınabilecek belli yoğunluktaki bir ortamdır. Açıklık idealinin kaynağı optik durumdaki bu antinomiyle ilgilidir.
Önlem alan varlık ille de toplumsal bir varlık değildir. Antropolojik açıdan insanın kökeninin bir primat soyuna dayandığı kabul edilmelidir, öyle bir soy ki göğüs göğüse kavga için şekillenmiş özelleşmeler baskın kaçış davranışı nedeniyle kaybolmuş ve hayatta kalmak söz konusu olduğunda bölge kazanmak hep üstünlük sağlamıştır. Önlem almaya yönelik davranışta, alan kazanmanın avantajı, fiziksel yakın dövüşe adapte edilmiş özelleşmelerin / uzmanlaşmaların yitiminin yol açtığı zorunluluklarla birleşir. Bu gelişmedeki kırılma noktası şöyle olmuş olsa gerek: Kaçmakta olan hayvan, takipçiyle göğüs göğüse dövüş için yeterli fizyolojik donanımı olmamasına rağmen, hayatta kalma zorunluluğuyla yüz yüze geldiğinde kaçış artık gelişigüzel sürdürülememiştir. Çıkar yol, uzaktan eylemde bulunma, actio per distans’tır, atma / fırlatma eylemidir. İnsan eylemleri tarihinde atış araçları ve mermilerin hâkim olması tesadüf değildir.
Önlem almayı anlık bir zorunluluk olarak değil de verimliliği halihazırda anlaşılmış bir tasarı, bir taslak, bir planlılık olarak tasavvur edersek, önlem alma davranışı kaçınılmaz olarak toplumların oluşumuna götürür. Kendisini mekânsal ve zamansal mesafe sayesinde müdafaa eden hayvan yakın dövüşe elverişli bir organik sisteme dönüşmemiştir gerçi ama kazandığı becerileri avlanma sırasında kullanan ve geliştiren bir varlığa dönüşmüştür. Tuzak hem av hayvanının hem de, farklı zamanlarda, avcının yokluğunda gerçekleşen bir eylemdir. Tuzak avcı için, kendisinin yokluğunda ama avın mevcudiyetinde anlık olarak iş görür, oysa tuzağın kurulması bunun aksi yönde bir ilişkiyi gösterir. O, somutlaşmış beklentidir. Bu bakımdan tuzak, kavramın ilk zaferidir. Başarısını denetlemek ve başarılıysa bunun tadını çıkarmak üzere tuzağa geri dönmek gerektiğinden, tuzağa belli ölçüde yerleşiklik eşlik eder. Tuzak aynı zamanda yalnızca kavram yoluyla üretilebilecek referans nesnesinin isabetliliği ve isabetsizliği arasındaki müsamaha payını da tam olarak temsil eder. Bugün hâlâ bir balıkçı ağındaki göz açıklığının önemi üzerine düşünmek gerekir, hem mevcut avın niteliği hem de kaynakların gelecekteki av akınları için korunması bu gözün büyüklüğüne bağlıdır. Ancak vaktiyle mamutların bile tuzağa düşürüldüğü göz önüne alınırsa, bir balıkçı ağının hazırlanışı bir taş devri avcısının tuzakları kadar spesifik değildir. Avlanmak daha az spesifik özelliğe sahip bir av hayvanının temel davranışın tersine çevrilmesi olduğu için av kaçınılmaz olarak bir toplumsallaşma eylemi haline gelir. Av aracılığıyla, nihayet ancak dilsel olarak gerçekleştirilmiş kavram örgütlü davranış aracına dönüşür.
Şimdi kimileri derin bir nefes alıp, kendilerine nihayet toplumsallaştığımızı, topluma ve dolayısıyla kurtuluşa eriştiğimizi söyleyecektir. Yine de kavramın kökeninin toplumsallaşmayı zorunlu kılan ya da toplumsallaşmayla mümkün olan davranış tarzlarıyla ilgili olduğu pek tartışma götürmez; keza, kavramın, tıpkı hayatta kalmak amacıyla avlanırken veya kavgayı önlerken sadece bir araçtan ibaret olan toplumsallaşma gibi geçici olduğu da yadsınamaz. Elbette öznellikten nesnelliğe geçmenin bir yolu, bir aracıdır bu, ki nesnelliğe geçiş her öznelerarasılığın, her toplumsallaşmanın olmazsa olmazıdır. Nesnellik henüz bir amaç değil, öncelikle birlikte eylemde bulunabilmenin aracıdır. Tuzak kurmak için çukur kazmak, bu tuzakla ne yakalanacağına dair müşterek bir tasavvur gerektirir. Nesnellik henüz hayvansal olandan kopuşun nihai hali değildir. Yine Schopenhauer şöyle yazar: “Hayvanların bedeni toprağa dönüktür, çünkü yalnızca onları ilgilendiren şeyleri görmeye ihtiyaçları vardır, bu yüzden asla hakiki bir nesnel mülahazaya / gözleme ulaşamazlar” (Nachlaß I, 211, 1814). Eski bir hümanist deyişi kullanarak, yürüyüşün dikleşmesi ve bakışın kalkmasının, ufkun genişlemesi ve böylece fiziksel olarak yakında olmayanların da nesneleştirilebilmesinin bu sürecin nihai değerini ortaya koymadığını açıklığa kavuşturayım. Yunanların ve Romalıların kadim teleolojik antropolojisi şu iddiada hemfikirdir; insan bedeninin dik durması ve başının hareket etmesi, doğanın insanı göklerin gözlemcisi yapma yönündeki nihai niyetini açığa vurur. Bunun anlamı şudur: Bakış gelmekte olanı beklemek ve bunun üzerine harekete geçmek için mekânsal ve zamansal ufukta sabitlenmiş değildir, aksine, halihazırda topraktan yatay düzleme doksan derece yükselmiş bakış yeniden doksan derece yükselir ve yıldızlı göğe yönelir.
Kaynak: Kavramsal Olmayanın Teorisi, Hans Blumenberg, çev. Aydın Gelmez, Ketebe Yayınları, 2023.
[1] “İlk filozof ve astronom olan Miletli Thales geceleyin açık alanda yıldızları gözlerken bir sarnıca düşer, bunu gören Trakyalı hizmetçisi kahkahayla güler ve gökteki uzak şeylerle meşgul olup ayaklarının ucunu göremediği için onu ayıplar.
Yorumlar