Özgür insanın öteki ile ilişkisi yalnızca çatışma ve bağışıklık ekseninde olmayacağından ve ilişkileri verili iyi-kötü ve amaçlılık eksenine indirgenemeyeceğinden, kişinin yüklerini hafifleten, müziğinin duyulduğu, onda dans etme hissi uyandıracak karşılaşmalar deneyimlemesi mümkündür.
05/23 | Makale
Martin McDonagh’ın son filmi The Banshees of Inisherin, İrlanda İç Savaşı ağırlıklı olmak üzere farklı konular bağlamında ele alınabilir. Ancak bu yazıda, filmdeki ana temalardan biri olarak kabul edilebilecek olan arkadaşlık ve arkadaşlığın sona ermesi üzerine düşünülmeye çalışılacaktır. [1] Filmin ana karakterleri Colm ve Pádraic, adada olmanın sosyal koşullanmaları ile bir araya gelip arkadaş olmuşlardır ve bu arkadaşlık uzun süredir devam etmektedir. Pádraic bir gün her gün yaptığı gibi Colm’un evine onu almaya gider ancak Colm kapıya çıkmaz. Bu duruma anlam veremeyen Pádraic, Colm’un neden böyle davranıyor olabileceğini kız kardeşine sorar. Kız kardeşi de onunla dalga geçerek Colm’un belki de artık ondan hoşlanmıyor olabileceğini söyler. Ne yazık ki bu söylediği doğrudur. Amaçsız ve boş sohbetlerle, sınırlı insanlarla vakit kaybetmek istemediğini ifade eden Colm Pádraic ile arkadaşlığını kesmeye karar vermiştir. Zamanını kemanına, müziğine ve bestelerine ayırmak istemektedir çünkü yalnızca bu şekilde, öldükten sonra da hatırlanıp varlığını sürdürme imkânına sahip olduğunu düşünmektedir. Colm geriye bir miras bırakma derdindedir. Pádraic, iyi huylu ama tefekküre yatkın olmayan bir karakter olarak bilinirken Pádraic’in kız kardeşi ve Colm daha sofistike karakterler olarak öne çıkarlar. Colm, Pádraic ile arkadaşlığını bitirmesi yetmezmiş gibi ona “sıkıcı, ahmak, aptal” diyerek zorbalık da yapar. Aslında Colm’un varoluşsal bir çıkmazda olduğu da savlanabilir: Kalan zamanının sayılı olması, elle tutulacak hiçbir şey yapmamış olmanın kaygısı ve bunun sebep olduğu kalıcılık ihtirasının ağırlığıyla savruluyor gibidir. Ancak bu durumla yüzleşmek yerine duygusal karmaşası ve çıkmazını şiddetli bir şekilde Pádraic’in üstüne boca eder. Pádraic o kendisiyle her konuşmak istediğinde keman çalmasını sağladıklarına fazladan vurgu yaparak parmaklarını teker teker keseceğini söyler ve söylediğini de yapar. Kestiği parmakları tek tek Pádraic’in evinin kapısına fırlatır. Böylece Pádraic dolayımı ile kendini sakatlayarak bir miras bırakabilmeyi kendi kendine imkânsız hale getirir. McDonagh’ın filmlerinde süreklilik arz eden ‘akranlardan kopuş’ teması, bu filmde az sayıda oyuncu ile iyice ön plana çıkmaktadır. [2]
Giriş
Beth Blum, “Arkadaşsızlığın Savunusu” [3] başlıklı metninde, dostluğun erdemlerini göklere çıkaran düşünür ve yazarlar olduğu kadar, bu erdemleri yalanlayanların da olduğunu ifade eder. Blum, çağımızda arkadaşsızlığın çok büyük bir utanç olarak algılandığını, bu sebeple arkadaşlık komplosuna kurban gittiğimizi belirtir. Buna göre insan arkadaşlarıyla bilinir, arkadaşı olmayan biri esrarlı ve şüpheli görünür. Arkadaşsızlık itibarsızlığa denk düştüğü için itibarı önemsemeyen biri ölümden korkmayan bir terörist kadar tehlikelidir. Blum, radikal bireyci Nietzsche’nin bile -Proust’u şaşkınlığa sürükler bir şekilde- entelektüel yoldaşlığın zorunluluğunu savunduğunu belirtir. Nietzsche’den farklı olarak Proust, arkadaşlığa şüpheci yaklaşır ve kendisi gibi buna şüpheyle yaklaşan bir yazarlar zümresine mensuptur. Bu zümrenin üyeleri, bireyin başkaları ile birlikte olmakla kendinden bir şeyler kaybettiği konusunda ısrarcıdır; dostluğun varoluşsal hakikatlerin üzerini örttüğüne işaret ederler. Bütün alışkanlıklar gibi dostluk da yatıştırıcıdır, hayatın bilinmezliğinin kaygılarına avuntudur. Proust için arkadaşlığın çabası, benliğin gerçek yanının yüzeysel bir benliğe feda edilmesi anlamındadır. Arkadaşlarla sohbet ederken kendimizin söze dökülemeyecek bir parçasını gözden çıkarırız. En sonunda arkadaşlar çok fazla zaman tüketir ve bizi sanatımızdan veya işimizden uzaklaştırır. Blum, Tolstoy’un bir hikâyesini arkadaşına anlatırken, onun yazmaya ilgisini kaybettiğine değinerek “acaba arkadaşı olmasa kaç tane Anna Karenina daha yazardı?” diye sorar. Yine aynı yazıda arkadaşların hayali benliğimizle kendimizin arasına girdiği, karakter ve davranışlarımız arasındaki tutarsızlıklara dikkat çekerek özgünlüğün bekçisi olduğu, eski dostlarla karşılaşmanın geçmişin utanç verici kimlikleri ile yüz yüze gelmek olduğu, başarısızlığa uğramış hırsları ve hayal kırıklıklarını anımsattığı vurgulanarak arkadaşsızlığın savunusu devam ettirilir.
Bu yazıda The Banshees of Inisherin’te arkadaşlık ve arkadaşlığın sona ermesi teması ve Beth Blum’un “Arkadaşsızlığın Savunusu” metnine ilişkin yukarıda ele alınan hususlar, Diego Tatian, Simone De Beauvoir ve Nilüfer Erdem’in geliştirdiği düşünce ve bakış açılarından yararlanılarak ele alınacak; arkadaşlığın apriorisinin olup olamayacağı, arkadaşlığın çocuksuluk ve ciddiyet, yaratıcılık ve yıkıcılıkla birlikte nasıl, ne şekilde düşünülebileceği irdelenmeye çalışılacaktır.
1. Arkadaşlığın Apriorisi
Yukarıda değinilenleri takiben öncelikle sorulması gereken soru belki de arkadaşlıktan ne anlaşıldığıdır. Blum’un metninde belirttiği gibi arkadaşlıkta kişinin bireyselliğinden bir şeyler kaybetmesi, arkadaşlığın algımızı buğulandırması, gerçekleri görmeyi zorlaştıran bir yatıştırıcı ve avuntu olması, benliğin arkadaşlıkta yüzeyselliğe terk edilmesi, zaman tüketip kişiyi işinden ve yaratıcılığından alıkoyması, arkadaşların özgünlüğün bekçisi olması, geçmişin utanç verici kimliklerini, başarısızlığa uğramış hırsları ve hayal kırıklıklarını anımsatması gibi tespitler arkadaşlığın apriorisi midir? [4] Dostluk ve arkadaşlığın bir apriorisi olabilir mi? Yoksa bahsedilenler kişinin öteki ile kurmuş olduğu ilişkinin uyumdan imtina edilmesini gerektirecek hale gelmesinin birer görünüşünden mi ibarettir?
Diego Tatian, Spinoza düşüncesinde tutkular ve politikayı irdelediği metninde diğer bir varlıkla ilişkinin üç şekli olabileceğini, bunların çatışma, bağışıklık ve topluluk olduğunu ifade eder. Tatian, topluluğun dahil olunan değil oluşturulan bir şey olduğunu, bir ihtimal ve zorlama değil bir özgürlük olduğunu, dolayısıyla kendini oluşturan üyelerine rağmen var olan bir şey olmadığını belirtir. [5] Spinozacı anlamda topluluk, özgür insanların kendi aralarında bağlantı kurma biçimlerini belirleyen politik amaçtır; bununla birlikte gerçekleşmesi tıpkı özgürlük gibi doğası gereği tamamlanmamış [6] ve kısmi olacaktır. İnsanlar yalnızca birleşmezler, parçalanırlar, iletişimleri kesilir; nefret, hırs, korku yüzünden yok olurlar. [7] Her toplum, çatışma ve topluluğun değişken bir karışımıdır. Bunun aşırı hali bağışıklık için çabalayan ama şiddetin hakimiyetine dönüşen şedit devlettir; devlet, hoşgörüsüzlük ve hurafeye teşvik eder ve kendi direncini üretir. Bu durumda topluluğun biçimi impolitiğe [8] bürünür ve dostluk özgür insanlar arasında bir topluluk eyleminin gerçekleştirilmesine denk gelir. [9] Dostluk ve topluluk yalnızca genişlemelerinde ve amaçlarında farklılık gösteren tek ve aynı kavramlardır; hiçbir apriori tanımayan, katı bir içkinlik düzleminde kendilerine yer bulan üretimlerdir. [10]
Spinoza düşüncesinde özgür insanın özgür olmayanla, bilge kişinin cahillerle, filozofun filozof olmayanlarla bir aradalığına ilişkin tedbir biçimleri olarak ayak uydurma ve uyumdan bahsedilse de, bu uyumun bir sınırı vardır. Bu sınır uyumun önemli ölçüde bir dönüşüm gerektirmemesi, yani kişileri karşıt kişiler topluluğuna dönüştürmemesi, onların faydasına göre kendini derinden dönüştürmek durumunda bırakmamasıdır. Çünkü bu türlü bir uyum ve dönüşüm, kişiyi aşırı edilgin kılar, artık aşırı heteronomi ve kölelik söz konusu olur. [11] İnsan kendini diğer insanlardan ayırabilir, yani gücünü azalttıkları ya da yok ettikleri ölçüde onlara uyum sağlamayabilir ve onların düzenine ayak uydurmayabilir. [12] Tek başına kurtulmak mümkün müdür? Herkesi içermeyen bir kurtuluş mümkün müdür? Spinoza’da hep ya da hiç, herkes ya da hiç kimse mantığı bulunmaz; dolayısıyla bu sorunun cevabı olumludur. [13]
Spinoza
Arkadaşlık ve topluluk yalnızca genişlemelerinde ve amaçlarında farklılık gösteren tek ve aynı kavramlar olduğuna göre, arkadaşlık da dahil olunan değil oluşturulan bir şeydir; bir ihtimal ve zorlama değil bir özgürlüktür, dolayısıyla kendini oluşturan üyelerine rağmen var olan bir şey değildir. Bu sebeple de hiçbir apriori kabul etmeyecektir. O halde arkadaşlık ve dostluğa ilişkin Blum’un makalesindeki tespitler, arkadaşlığın apriorisi olmayacaktır. Yani kişinin bireyselliğinden bir şeyler kaybettirmesi, hayatı algılamaya ilişkin algımızı buğulandırması, gerçekleri görmeyi zorlaştıran bir yatıştırıcı ve avuntu olması, benliğin onun uğrunda yüzeyselliğe terk edilmesi, çok fazla zaman tüketip kişiyi işinden ve yaratıcılığından alıkoyması, bunlara ek olarak özgünlüğün bekçisi olması, geçmişin utanç verici kimliklerini, başarısızlığa uğramış hırsları ve hayal kırıklıklarını anımsatması, arkadaşlığa verili değildir. Ortaya sebep olarak bunların konulmasıyla arkadaşlığa şüpheli yaklaşmanın bir anlamı yoktur. Böyle bir yaklaşımda bu tespitlerin sanki arkadaşlığa verili, apriori oldukları gibi bir kabulden hareket edildiği izlenimi uyanmaktadır. Kimi arkadaşlıkların varlığın gücünü arttırması, kimininse azaltması, dolayısıyla sakınılması gerekmesi, oluşturulan ilişkinin tekilliğinin ve bu ilişkiyi oluşturan üyelerinin kimyasına ilişkindir. Bununla birlikte Proust ve çevresinin dikkat çektiği “bireysellikten bir şeyler kaybetme, hayatı algılamaya ilişkin algının buğulanması, gerçekleri görmeyi zorlaştıran bir yatıştırıcılık, benliğin yüzeyselliğe terk edilmesi” ve benzeri hususlar Tatian’ın değindiği ayak uydurma ve uyum gösterme çerçevesinde düşünülecek olursa, bu şekilde bir arkadaşlık deneyimi özgür kişiyi özgür olmayana, bilgiliye cahile, filozofu filozof olmayana dönüşmeye zorlayıp aşırı edilgin kılacağından, bunlara uyum göstermekten imtina edilebilir. Buna rağmen Blum’un metninde ele aldıklarının arkadaşlığın apriorisi olabileceği düşünülmemelidir; yalnızca kişinin diğer varlıklarla kurduğu ve kuracağı ilişki deneyiminin bu tespitleri tamamen dışlamadığı, bu şekilde tespitlere yol açabilecek deneyimlerin olabileceği ancak bunun genel bir verililiğe işaret etmeyeceği akılda bulundurulmalıdır. Spinoza, gerçeği seven insanlarla dostluk bağı kurmaktan daha fazla önem verdiği bir şey olmadığını, çünkü hayatta insanları gücümüz dahilinde huzurla sevmekten öte bir şey olduğunu sanmadığını ifade eder. Ancak böyle bir dostluğun gücümüzün ötesinde olmasının dışında zor ve ender rastlanacak bir dostluk olduğunu, büyük ölçüde hayali olduğunu ve talihe bağlı olduğunu Spinoza da bilmektedir. [14]
Uyum üzerinden düşünmeye devam edersek, Colm’un Pádraic ile arkadaşlığını sonlandırması, bu arkadaşlıktan çekilmesi, anlaşılabilir bir şeydir. Hatta ikilinin karakterlerine ilişkin filmde gösterilen hususlara bakıldığında bunun daha önce gerçekleşmemiş olması şaşırtıcı da gelebilir. Ancak burada Colm’un arkadaşlıktan çekilme sebebi ve biçimi göz önüne alındığında, bir farkındalık sebebi ile uyum göstermekten imtina etmeden çok, hırs ve kibir göze çarpmaktadır. Kişi elbette hiçbir ilişkisini devam ettirmeye zorlanamaz. Ancak hırs ve kibir, düşünmeye engel oldukça kişiyi fevrileştirir. Fevri bir tavrı özgürce, bilgece, filozofça görmek de pek mümkün değildir. Colm, Pádraic’in aklı ve zekâsı ile dalga geçer, onu aşağılar. Colm’un Pádraic’e karşı tutumu kibirli bir tutumdur. Bu yüzden her ne kadar söz konusu karakterlerden Colm tefekküre yatkın, Pádraic ise daha düz biri olarak gösterilmişse de Colm’un Pádraic ile olan arkadaşlığını, Pádraic’in onu özgür olmayana, bilge olmayana, filozof olmayana dönüştürmesi sebebi ile sonlandırdığı ifade edilemez. Colm, sanatı ile daha çok ilgilenip, daha çok üretmek arzusunda olduğunu dile getirse de, hareketleri söyledikleri ile çelişmektedir. Sonunda kendi kendini sanatını icra edemeyecek duruma yine kendisi sokar. Bu noktada kalıcılığa ilişkin endişeleri varoluşsal çıkmazları sebebiyledir. Colm’un eylemleri, belirlenimleri üzerine düşünen bir kişinin hareketlerindense hırsla aklı karışmış bir kişinin savrukluğunu andırmaktadır. Öyle ki Colm, dile getirdiği arzularını eylemleriyle sıfırlamaktadır. Yine benzer şekilde Blum’un arkadaşsızlığın savunusu için ileri sürdüğü Proust ve çevresinin tespitleri ve diğer belirlemelerin kişinin hırsları ve kibri dolayısıyla sayıklamalar haline dönüşmesi tehlikesine karşı tetikte olmakta fayda bulunmaktadır. Birbirinden ortaklaşamayacak kadar farklı olmak, her zaman birinin diğerinden daha iyi olduğu anlamına gelmez. Burada vurgunun farklılıkta olmasında yarar bulunmaktadır.
2. Çocuksuluk ve Ciddiyet Üzerine
Arkadaşlığın bir apriorisinin olup olamayacağını ve arkadaşlığın yaratıcılık ile ilişkisini, Simone de Beauvoir’ın çocuksuluk ve ciddiyete ilişkin yazdıkları üzerinden düşünerek derinleştirebiliriz. Yazının ilk bölümünü Spinoza düşüncesi ekseninde irdeleyerek geliştirdikten sonra devamında Simone de Beauvoir’a geçişin bağlantısız ve kopuk olabileceğine ilişkin bir itiraz, iki düşünürün içkinlik, aşkınlık ve özgürlük gibi temel hususlara yaklaşımlarının oldukça farklı olması sebebiyle, haklı olacaktır. [15] Ancak ilgili dipnotta yüzeysel olarak işaret edilen söz konusu farklılıklar akılda tutularak, bu yazıda Simone de Beauvoir’ın çocuksuluk ve ciddiyet üzerine söylediklerinin içkinlik, aşkınlık, özgürlüğe ilişkin olarak Spinoza düşüncesine daha yakın bir noktadan aktarılıp yorumlandığı ifade edilmelidir.
Simone de Beauvoir
Simone de Beauvoir, Descartes’ın “insanın mutsuzluğunun en başta çocuk olmasından kaynaklandığı” ifadesinden yola çıkarak, çocuğun durumunun temel özelliğinin, oluşturulmasında katılımının olmadığı, o olmaksızın oluşturulmuş ve ona boyun eğmek dışında bir şey yapamayacağı bir dünyaya kendini atılmış bulması olduğunu ifade eder. [16] Çocuğun dünyası saygı ve itaat bekleyen büyüklerin dünyasıdır ve kendisine yalnızca bunlar için müsaade vardır. Başkası-için serabına kurban olur; ödüller, cezalar, mükâfatlar, övgü ya da kınama sözcükleri onda güneşin ve ayın var olmasının doğallığı gibi, iyinin ve kötünün (ve amaçların) tek başlarına var oldukları kanısını uyandırır. Çocuk, bu belirli ve tam şeyler dünyasında kendisinin de belirli ve tam olduğuna inanır. De Beauvoir çocuğun geleceğe bel bağladığını ve bekleme halindeyken olmak oyununu oynadığını söyler. Ciddilik oyununun çocuğun yaşamında böylece çok önemli bir önem kazandığını, kendisinin de sonunda hakikaten ciddiye dönüştüğünü belirtir ve büyük adam gibi olan o çocukları hepimizin bildiğimize değinir. [17]
De Beauvoir, Hegel’in, Tinin Fenomenolojisi’nde ciddi insanın gerekli kabul edilen amaçlar karşısında kendini ‘gereksiz’ olarak ortaya koyduğunu; bilim, felsefe, devrim vb ‘Dava’ görüntüsüne bürünen şeyler uğruna kendini geçersiz kıldığını gösterdiğini ifade eder. Düşünür, Hegel’den sonra Kierkegaard ve Nietzsche’nin de ciddilik zihniyetinin sahteliği ile dalga geçtiklerini belirtir. Ciddi insan kendini koşulsuz olduğunu ileri sürdüğü değerlerin emrine vermiş gibi yaparak özgürleşme imkânından kurtulur. Söz konusu değerlere erişmenin kendisini kalıcı biçimde değerli kıldığını hayal eder. De Beauvoir’a göre mutlak olduğu iddia edilen hedefler uğruna özgürleşme imkânı inkâr edildiği anda, ciddilik söz konusudur. [18] Ciddi insan, kendini kandırması sebebiyle bu özgürleşme imkânının inkârını hiç durmadan yenilemek zorundadır. O, çocuksu bir dünyada yaşamayı seçer. Ancak yukarıda değinilen çocuğun durumundan farklı olarak ciddi insan kendini böyle bir duruma yine kendisi soktuğu için bu hareketi maskelemesi gerekir. De Beauvoir bu durumu “Aynı bir aşk mektubu okurken o mektubu kendi kendine gönderdiğini unutmuş gibi yapan mitoman gibi” şeklinde tanımlar. [19] [20] Ciddi insan kendini kandırması sebebiyle bir farkındalık sahibi olamaz; yine aynı sebeple seçimleri aracılığıyla amacın koşulsuz değerinin doğrulandığı yanılsamasındadır. Ciddi insan Tanrı olmak ister; ama olmadığını bilir.
Marcel Proust
Arkadaşlığa Blum’un makalesinde değinilen özellikler apriori ise, o zaman kişinin arkadaşlık ilişkisindeki hali, de Beauvoir’ın bahsettiği çocuğun haline benzeyecektir: oluşturulmasında katılımının olmadığı, o olmaksızın kurulmuş bir yapının içine kendini atılmış olarak bulma hali. İnsan kendi kendinin sebebi olmaması sebebi ile özgür değilken, sebebinin kendi olabildiği eylemlerde bulunabilmesi ile özgürdür. Eylemlerine sebep olan belirlenimlere ilişkin farkındalığı arttıkça da özgürleşecektir. Daha önce de belirtildiği gibi arkadaşlık özgür insanların kendi aralarında bağlantı kurma biçimidir. İnsanın kendi belirlenimlerinin olması onun öteki ile ilişkilenmesi demek olan arkadaşlığın da apriorileri olabileceği anlamına gelmez. Blum’un metninde değinilen unsurları arkadaşlığın apriorisi olarak kabul etmek bu sebeplerle özgürlüğün yadsınmasıdır. Bu aynı zamanda insanın öteki ile ilişkisine ilişkin çatışma ve bağışıklık dışında bir yolun olmayacağı ön kabulüne de sebebiyet vereceğinden, arkadaşlık ya çatışmanın ya da bağışıklığın bir görünüşü olacaktır; arkadaşlığın özgür insanlar arasında gerçekleşebilecek bir ilişkilenme biçimi olma imkânı ortadan kaldırılmış olacaktır. O zaman arkadaşlık ve topluluk aynı şey olduğu için topluluk da ancak çatışma ve bağışıklık ekseninde düşünülebilecek, özgürleşme alanının önü kapanacaktır. Blum’un metninde belirttikleri arkadaşlığa apriori olarak kabul edilirse aynı de Beauvoir’ın tanımladığı çocuğun durumu gibi insan arkadaşlıkta başkası-için serabına kurban olacak, iyinin ile kötünün ve amaçların tek başına var oldukları yanılsamasında ısrarcı olacaktır. Bu da kişinin kendisinin sebebi olduğu eylemlerinin sorumluluğunu almamasına, kendi belirlenimlerine gözünü kapatmasına benzeyeceğinden, özgürlüğün karşısında aşırı edilgin bir tutumun görünüşü olacaktır.
Hem The Banshees of Inisherin hem Beth Blum’un makalesinde farklı biçimlerde değinilen arkadaşlığın yaratıcılığa, üreticiliğe engel olup olmadığı konusu de Beauvoir’ın çocuksuluk ve ciddiyete ilişkin düşünceleri çerçevesinde irdelenebilir. Colm, Pádraic ile arkadaşlığının onu yaratıcılığından, üreticiliğinden alıkoyduğu düşüncesindedir. Artık boş muhabbetlerle vakit kaybetmek istemez. Benzer şekilde Blum da metninde Proust ve çevresinin arkadaşlığa şüpheli bakmasını son kertede arkadaşlığın çok fazla zaman alması sebebiyle insanı işinden ve sanatından alıkoymasına bağlar. Bu noktada de Beauvoir’ın ciddi insana ilişkin söyledikleri akla gelmektedir. Üreticilik ve yaratıcılık uğruna diğer kişilerle ilişkiden çekilmek, dava görüntüsü uğruna kişinin kendini geçersiz kılmasına benzer çünkü böyle bir durumda üreticilik, yaratıcılık bir mutlak gibi ileri sürülmüş olur. Kişi üreticilik ve yaratıcılık değerleri dolayımı ile değerli olacağını zanneder. Colm’un durumu tam da de Beauvoir’ın bahsettiği ciddi insanın tavrına denk düşmektedir. Yine Blum’un arkadaşlığın çok zaman aldığı için kişiyi sanatından uzaklaştırdığı ifadesini takiben Tolstoy üzerinden açtığı bahis de ciddi insan üzerine düşünmeye imkân verir. Kişi arkadaşlık ilişkilerinden tamamen uzak durduğunda daha çok üretip daha iyi üreteceği garantisini nasıl verebilir? Tolstoy’un, hiç arkadaşının olmadığı durumda, çok daha fazla Anna Karenina yazacağından nasıl emin olabiliriz? Arkadaşlık kişinin yaratıcılığı ve üreticiliğine gerekli zamanı ayırabileceği şekilde deneyimlenemez mi? Kişi Dava uğruna kendini geçersiz kıldığında artık özgürlüğün yadsınması söz konusudur. Kişi mutlak olduğunu ileri sürdüğü amaçlar doğrultusunda eylemde bulunduğu yanılsamasındadır; kendi belirlenimleri üzerine düşünmediğinden, eylemlerine ilişkin de farkındalığı olamayacağı için özgürleşmesi de söz konusu olmayacaktır. Bu sebeple ciddi insan kendini geçersiz kıldığında, özgürleşme imkânını da geçersiz kılmış olacağından öteki ile özgürce ilişkilenmeyi de geçersiz kılar. Ciddi insanın yüzü bu sebeple zorbalığa yakındır. Dava ve mutlak amaçlar doğrultusunda kendi özgürleşme imkânını yadsıdığı gibi başkalarının özgürleşme imkânını yadsımaya da yatkın olacaktır. Ciddi insan söz konusu olduğunda öteki ile özgürce ilişki kurmak söz konusu olamayacağından, arkadaşlık yalnızca çatışma ve bağışıklığın alanına sıkışmıştır. İnsanın yaptığı şeyi ciddiye alması ile kendine ciddiye alması farklı şeylerdir. Kendini ciddiye alan kişinin durmadan kendini kandırması gerekir, bu da kişiyi çocuksuluğa sıkıştırır. Kişinin yaptığı işi değil de kendini ciddiye alması Tanrı olmadığını bildiği halde tanrı olmaya çalışan ciddi insanın haline benzemektedir. Radikal bireyci Nietzsche’nin entelektüel yoldaşlığın zorunluluğunu savunması Proust’u şaşkınlığa uğratmıştır uğratmasına ancak Nietzsche’nin savunusu aslında hiç de şaşırtıcı değildir. Özgür insanın öteki ile ilişkisi yalnızca çatışma ve bağışıklık ekseninde olmayacağından ve ilişkileri verili iyi-kötü ve amaçlılık eksenine indirgenemeyeceğinden, kişinin yüklerini hafifleten, müziğinin duyulduğu, onda dans etme hissi uyandıracak karşılaşmalar deneyimlemesi mümkündür. Bu durum da çocukluğu anımsatır ancak bu çocukluğun de Beauvoir’ın ele aldığından farklı olarak olumlu, dirimsel ve yaratıcı yanıdır; ciddiyetin katılığını değil hayatın akıcılığını çağrıştırır.
Nietzsche, arkadaşları Lou Andreas Salome ve Paul Ree ile
3. Yaratıcılık ve Yıkıcılık Üzerine
Yazının birinci bölümde değinildiği üzere uyum, bir tedbir biçimi olarak gerekli olsa da bunun bir sınırı vardır. Bu sınır da uyumun özgür kişinin özgür olmayana, bilge kişinin cahile, filozofun filozof olmayana dönüşmesini gerektirmemesi, şartıdır. Bu şekilde bir uyum ve dönüşüm kişinin gücünü azaltacak ve onu aşırı edilgin kılacaktır. Peki dönüşüm yalnızca burada bahsedildiği gibi bir sınır, bir olumsuzluk mudur? Kişinin varolma direncini arttırmasına ve özgürleşmesine imkân sağlayacak bir dönüşüm mümkün değil midir?
Nilüfer Erdem, öteki ile ilişki hakkında, Herman Melville’in Moby Dick romanındaki iki farklı ikili üzerinden düşünür: Kaptan Ahab ve Moby Dick ile Ishmael ve Queequeg. [21] Erdem’e göre roman, yıkıcı saldırgan dürtülerin akıbetini sanatsal yollardan araştırır. Roman, yıkıcı ve saldırgan dürtülerini dönüştüremeyen, yansıtmalar ve özdeşimler silsilesini kıracak yaratıcı hamleyi yapamayan kişinin trajikliğini gösterir. [22] Yazıda ilk olarak Ishmael ve Queequeg ikilisi ele alınır. Ishmael Queequeg ile romanın ilk sayfalarında tanışır. Tanışmalarından önce onun hakkında duydukları korkutucudur; onun için vahşi, zenci, zebani denmekte, “yamyam” olduğu söylenmektedir. Ishmael, Queequeg’in alışılmışın dışında olan özelliklerini zaman içinde kabul eder. Queequeg yurdundan “sanki Jüpiter gezegenine gitmişçesine” uzaktır ama tam bir huzur içinde kendine yetiyordur. Bu Ishmael’de hayranlık uyandırır. Erdem, Ishmael ile Queequeg ilişkisini bir elmanın iki yarısı gibi düşünebileceğimizi ifade eder. İnsanın kendi dürtüselliğine kucak açması, ötekine kendi varlığının yanında yer açabilmesini önceler. [23]
James Abelson and Anthony Fleming III, Ishmael ve Queequeg rolünde.
[Moby Dick, Lookingglass Theatre Company, 2016]
Erdem’e göre Ishmael ve Queequeg birbirini ehlileştiren ve yaratan ben ve ötekiyken, Ahab ve Moby Dick uzlaşmaz bir çatışmada asılı kalan ben ve ötekinin temsilidir. Bu ikili gelişime ve dönüşüme kapalıdır. Çatışmayı ortadan ancak birinin ya da her ikisinin yok olması kaldırır. Erdem, Ahab’ın bacağını koparan balinaya ona zalim diyerek körlemesine koşmasında intikam duygularını aşan bir şeyin olduğunu ifade eder. Ishmael Moby Dick’te güzelle çirkini, güzelle canavarı aynı anda görüp, yaratıcılığı devreye sokup yeni temsiller oluşturabilirken, Kaptan Ahab bunu yapamaz. Ahab, Moby Dick’te yalnızca çirkin, kötü ve canavar olanı görür ve ona tahammül edemez. [24] Ahab, kendini dönüştürmeye yanaşmaz. Oysa Ishmael bir dönüşüm çabasındadır. Nitekim yolculuğun sonunda bu dönüşümü göze alamayan Ahab yok olurken, Ishmael ölümcül trajedinin içinde Queequeg’in yaptığı tahta tabutta yeniden doğar. [25]
Blum’un metninde belirtilenlerin arkadaşlığa apriori olması durumunda arkadaşlığın başkası-için serabına kurban olunacak; iyinin, kötünün ve amaçların tek başına var oldukları kanısını uyandıracak bir yapıya benzediğini söyledik. Bu durum kişinin kendi sebep olduğu eylemleri ve kendi belirlenimlerini ayırt edememesini getireceğinden, özgürleşme imkânının da önünün kapandığını dile getirdik. Bu noktada Erdem’in Ahab ve Moby Dick üzerinden öteki ile ilişkilenmeye dair ifade ettikleriyle devam edebiliriz. Belirtildiği gibi Ahab, Ishmael gibi Moby Dick’te güzelle çirkini, güzelle canavarı aynı anda göremez; onda yalnızca çirkin, kötü ve canavarı görür ve ona tahammül edemez. Arkadaşsızlık savunusu yapmaya giriştiğimizde Ahab’ın tutumuna yaklaşma riskini taşımaktayız. Ötekini bir engel olarak gördüğümüz sürece öteki ile gireceğimiz her ilişkide kendimize, engellenmiş hissetmek dışında bir seçenek tanımamış oluruz. Kendi belirlenimlerimiz ve dürtüselliğimiz üzerine düşünmediğimiz sürece özgürleşmemiz de ötekine yer açmamız da mümkün olmaz. Kişinin kendi belirlenimleri ve dürtüselliğini fark etmeye başlamasıyla kendinde yaptığı dönüşüm ona “Jüpiter gezegenine gitmişçesine” evinden uzakta olduğunda bile kendi gibi davranabilme, kendini ne zaman sakınıp ne zaman paylaşacağını ayırt edebilme gücünü verecektir. Böylece daha esnek ilişkiler kurabilecek, kendi direncini ve gücünü arttıracak karşılaşmaları düzenleyebilecektir. Bu dönüşümü yapamayan kişinin öteki ile ilişkisi Ahab’ın Moby Dick ile olan ilişkisine benzeyecek, parçalanmaya yüz tutacak, direnç ve tahammülü azalacaktır.
Erdem’in ifadeleri çerçevesinde The Banshees of Inisherin’e değinecek olursak, filmde, öteki ile ilişkinin yine Ahab ve Moby Dick’inkine benzer bir şekilde çatışmaya sıkışması söz konusudur. Colm arkadaşlığı sona erdirmek ister gibi görünmektedir ama aslında kendi dürtüleriyle yüzleşememesinin yarattığı öfkeyi ona en yakın olan kişiden çıkarma kolaycılığındadır. Müziği ve bestesi ile kalıcı olmak için boş sohbetlerden çekilme arzusundaki Colm, Pádraic ile çatışmasını, Pádraic dolayımı ile sanatını icra etmesini sağlayacak parmaklarını tek tek kesecek kadar uç bir noktaya taşır. Kendi dürtüselliğine kucak açamayan, belirlenimleri üzerine düşünmeyen Colm yaratıcı dönüşümü gerçekleştiremez, dönüşüme açık değildir. Pádraic’i yaratıcılığına engel olarak konumlar; yaratıcılık, üreticilik kisvesi ile kendini ve ilişkisini geçersiz kılar. Colm’un Pádraic’i bahane ederek parmaklarını kesmesi, bir elinin tamamen parmaksız kalması ile Ahab’ın bir bacağının kopuk olması da benzeşir. Pádraic, aynen Moby Dick’in Ahab için olduğu gibi, Colm’un kendine dair baş edemediği dürtüleriyle ötekinde mücadele etmesinin hedefindedir. Ahab, bacağını Moby Dick koparmış olsa da kendi hırs ve ihtiraslarıyla buna sebep olmuştur. Hem Colm hem de Ahab’ın kendilerindeki eksiklikler, kendilerine dair hayal kırıklıkları ötekiyle yıkımda buluşup bütünleşerek giderilmezse, onları öldürecek gibidir. Erdem’in Ahab’ın bacağını koparan balinaya körlemesine koşmasında intikam duygularını aşan bir durumun olduğunu ifade etmesini bu şekilde de düşünebiliriz.
Blum’un metninde ifade edilen, “arkadaşların özgünlüğün bekçisi olması, kişiyi geçmişin utanç verici kimlikleriyle yüz yüze getirmesi, başarısızlığa uğramış hırslar ve hayal kırıklıklarının anımsatıcısı olması”, arkadaşlardan çok kişinin kendi eksiklikleri, hayal kırıklıkları ve dürtüselliği ile baş edememesi sebebi ile kendine tahammül edememesi, dolayısıyla ötekine yer açamamasının bir görünüşü olarak düşünülemez mi diye sormakta fayda var.
Son olarak Blum’un metninde ifade edilen ancak bu yazıda irdelenmemiş bir hususa değinmek yerinde olabilir.Blum çağımızda arkadaşsız olmanın bir utanç olduğunu, insanın arkadaşları ile bilindiğini, arkadaşı olmayan kişinin esrarlı ve şüpheli göründüğünü, bu sebeple arkadaşsızlığın itibarsızlığa denk düştüğünü ve arkadaşsız insanın itibarı önemsemeyen, ölümden korkmayan bir terörist gibi algılandığını ifade etmiştir ve bunda doğruluk payı var. Ancak bu bir arkadaşsızlık savunusunu gerektirir mi ya da sanki belirli hususlar arkadaşlığa aprioriymiş gibi bir tonla böyle bir savunuya girmek gerekli midir? “Arkadaşlık kurmamayı, arkadaş olmamayı tercih ederim”den hareketle, böyle bir söylemin iki mümkün cevabın arasında bir sessizlik yaratıp yaratmayacağı, mümkün cevapları tüketip tüketmeyeceği [26] konusu ise, belki de başka bir yazının konusu.
[1] Yazının devamında başvurulacak olan, Diego Tatian’ın Yabanın İhtiyatı adlı eserinde ele aldığı impolitik kavramı, politika ve arkadaşlığı bir arada ele almak için elverişli olsa da bu yazıda arkadaşlık ve arkadaşlığın sona ermesine başka bir açıdan yaklaşılacaktır.
[2] Megan Kelly, “‘The Banshees of Inisherin’ Sees Men in All Their Self-Destruction”: [İlgili bağlantı]
[3] Beth Blum, “Arkadaşsızlığın Savunusu”, çev. Murat Erşen, Punctum Dergi, Aralık 2022. [İlgili bağlantı]
[4] Beth Blum’un makalesinde değindiği unsurların arkadaşlığa apriori olup olmadığını tartışmaya açmak istememin sebebi, belirtilenlerin tınısının bu yoruma elverişli olabileceğini düşünmemdir.
[5] Diego Tatian, Yabanın İhtiyatı – Spinoza’da Tutkular ve Politika, çev. Ali Dokuzlu – İsmet Şembin, Zoe Kitap, İstanbul, 2020, s. 21.
[6] Spinoza için insan kendi iştahının farkında olan bir canlıdır ancak bu iştahın belirlenimlerinden habersizdir; bu sebeple özgür iradeye sahip olduğunu sanır. İnsan merkezli özgürlük anlayışı Spinoza için kurgudur, gerçek değildir. İnsanlar özgür doğmadıkları gibi kendi belirlenimlerinin farkına varmadan hiçbir zaman özgürleşemeden de ölebilirler. Eylem Canaslan’a göre insanın dışarının etkisinin, etkilenimlerinin farkına varmaksızın özgür olduğunu sanması, kendi kendine hareket ettiğini düşünen bir taşın durumu ile aynıdır. Spinoza’nın karşı olduğu özgürlük değil işte bu yanılsamadır. Tatian da insanın hiçbir zaman kendi kendisinin nedeni olamayacağını, yalnızca doğasının zorunluluğu ile var olmayacağını ve asla tamamen kendiliğinden hareket etmeyle belirlenemeyeceğini vurgular. Bu sebeple özgürlük her zaman dış sebeplerle öyle ya da böyle sınırlı olacaktır.
[7] Age, s. 22.
[8] “İmpolitik” kavramının gelişimi ve Tatian tarafından nasıl kullanıldığı Yabanın İhtiyatı’nda açıklanmıştır. Deyim, Thomas Mann’ın Politika-dışı Bir İnsanın Düşünceleri başlıklı 1918 tarihli eserinde geçer ancak bu eserde impolitik, apolitiklik ile eş anlamlıdır. Kavram İtalyan felsefi kültüründe son yıllarda, özellikle Esposito ile gelişim göstererek önem kazanmıştır. İtalyan filozoflar için impolitik, modern mutlaklaştırma, totalizasyona karşı politikanın radikalleştirilmesi ya da genelleştirilmesine ilişkindir. İmpolitik, bütün olmamanın, temelsizleştirmenin, parçalılığın icrası olarak direnç göstermeye ilişkindir.
[9] Age.
[10] Age, s. 37.
[11] Age, s. 59.
[12] Age, s. 60.
[13] Age, s. 61.
[14] Age, s. 55.
[15] Öncelikle Spinoza, Kant öncesi (töz üzerinden yapılanmış metafiziğe sahip), Simone de Beuavoir ise Kant sonrası bir düşünürdür. Spinoza’ya “içkinlik düşünürü” diyebiliriz. İçkinlik ve aşkınlık deneyime yaklaşım üzerinden tanımlanan kavramlardır. İçkinlik deneyim dahilinde olanı, aşkınlık deneyimin ötesinde kalanı tanımlar. Burada akılda tutulması gereken deneyime nasıl yaklaşıldığının önemli olmasıdır. Deneyimden sabit bir şey anlaşılmıyor, değişken içeriklerde karşımıza çıkabiliyor. Spinoza’nın içkinliği Kartezyen aşkınlığa itirazdır. Spinoza düşüncesinde düşünce ve uzam iki farklı töz değil aynı tözün sonsuz sayıda sıfatından iki tanesidir; bu aynılık zihin ve beden ortaklığını da sağlar ve aralarındaki hiyerarşiyi ortadan kaldırır. (Konuya ilişkin daha ileri ve detaylı bir okuma için Hüseyin Deniz Özcan’ın Otonom Yayınları’ndan yayımlanmış İçkinlik Etiği kitabına yazdığı önsöze bakılabilir. [İlgili bağlantı]) Spinoza’nın özgürlük anlayışı ise 5 numaralı dipnotta özetlenmeye çalışılmıştır. Simone de Beauvoir için ise aşkınlık önemli bir kavramdır. De Beauvoir için aşkınlık, insanın içinde bulunduğu durumu aşma kapasitesine işaret eder. Varoluşçu düşünce için aşkınlık, varlığımızı nesneleştirmeyen, durağan olmayan, bir kimliğin içine sıkıştırılmayan, devinim halinde olan harekettir. Özgürlük, aşkınlığın bir tezahürüdür. (Konuya ilişkin daha kapsamlı ve detaylı bir okuma için Zeynep Direk’in Simone De Beauvoir’ın Koç Yayınları’ndan çıkan İkinci Cinsiyet’i için yazdığı önsöze bakılabilir. [İlgili bağlantı]) Son olarak de Beauvoir, Spinoza’dan farklı olarak özerk bir özgürlükten bahsetmektedir.
[16] Simone de Beauvoir, Müphemlik Ahlakı – Pirus ve Sineas, çev. Gülçin Kaya Rocheman, Everest Yayınları, İstanbul, 2022, s. 40.
[17] Age, s. 41.
[18] Age, s. 49.
[19] Age, s. 50.
[20] Bazı yetişkinler ciddilik dünyasını iyi niyetle yaşıyor olabilir. De Beauvoir’a göre bunlar her türlü kaçış imkânından yoksun bırakılan, esir edilen, uyutulanlardır.
[21] Nilüfer Erdem, “Moby Dick: Güzellik mi Çirkinlik mi?”, Tuhaflık ve Yaratıcılık, Cogito, YKY, Sayı:72, Kış 2012, İstanbul, s. 102.
[22] Age, s. 103.
[23] Age, s. 105.
[24] Age, s. 108.
[25] Age, s. 112.
[26] İlke Karadağ’ın “Deleuze ve Aptallık” başlıklı metninde hareketle ortaya atılmıştır. [İlgili bağlantı]
Commentaires