top of page

Arzunun Botaniği: Elmanın da beni sevmesi şart mı?


Arzunun Botaniği, hepimizin yakından tanıdığı dört bitkinin -elma, lale, kenevir ve patatesin- ve insani arzuların hikâyesini anlatıyor. Michael Pollan bu karşılıklı ilişkide, onların hikâyesini bizimkine bağlıyor. Bakış açısı bitkinin: Bir elma, hakkımızda ne düşünüyor?


06/23 | Kitap

 


1806, Ohio Nehri. Johnny Appleseed lakaplı John Chapman, Ohio’nun kuzey kıyısındaki Marietta’ya doğru, çuvalında elma çekirdekleriyle yola koyulur.


Chapman, her yıl Pennsylvania’daki bir elma şarabı imalathanesinin posa yığınlarından seçip özenle topladığı çekirdekleri, nehir boyunca ilerleyerek yabanıl bölgelere yayardı. Peki bu hikâyede elmanın eline ne geçti? Sayısız yeni çeşit ve dünyanın yarısını kaplayan bir habitat (Pollan, 2019, s. 3-5). Chapman, tıpkı bir yabanarısı gibi, elmayı türetti; ya da bir Dionysos gibi, Amerika’ya elma şarabını armağan etti.


Arzunun Botaniği, hepimizin yakından tanıdığı dört bitkinin -elma, lale, kenevir ve patatesin- ve insani arzuların hikâyesini anlatıyor. Michael Pollan bu karşılıklı ilişkide, onların hikâyesini bizimkine bağlıyor. Bakış açısı bitkinin: Bir elma, hakkımızda ne düşünüyor? Pollan seçtiği dört bitkiye “evcilleştirilmiş türler” diyor ancak bu hikâyede biz de evcilleşiyoruz. Bitkiler kendi varlıklarını sürdürebilmek için, çıkarları uğruna, bitki ve hayvanlara yaptığımız şeyi bize uyguluyorlar. Bir şekilde, tıpkı Chapman gibi onları yayarak çoğaltmamızı sağlıyorlar.



Besleyen, şifa veren, kimi bileşenleriyle zehirleyen bitkiler, fotosentezi icat ederek güneş ışığını yiyeceğe dönüştürme numaralarıyla insandan çok uzun zaman önce evrilmeye başladılar. Bitkiler, aslında doğanın simyacıları. Güzel ve kötü kokularla, toksinler yoluyla diğer yaratıkları kendilerine çekip arzu uyandırabiliyorlar. Hayvan kürklerine bağlanarak yayılan ya da balarılarını polenlerine bulanması için kandıran gösterişli çiçekler bir yana, sincapların taşıyıp gömdüğü ve yemeyi unuttuğu palamutlar da en az onlar kadar zekiler. Aslında bitkiler, hayvanları da tesadüfen kendi genlerini başka yere taşımanın aracı olarak kullanmayı keşfettiler.


Yazar, dört türün toplumsal tarihini doğa tarihi, bilim, mitoloji, biyografi, felsefe ve anılar gibi farklı merceklerle keşfederken, tahrik ve teşvik ettikleri dört insani arzunun da izini sürüyor. Elma-tatlılık; lale-güzellik; kenevir-sarhoşluk ve patates-kontrol. Bu yazı, her yerde ve koşulda yetişebilen, kendi başının çaresine bakabilen, çocukluğumuzdan bu yana masallar ya da Dürer ve Cranach gibi sayısız ressam sayesinde cennet imgelemimize sokulan elmaya odaklanırken, kitaptaki diğer üç türün nasıl ele alındığına da kısaca değiniyor.


William Gropper, Johnny Appleseed (1941),

Smithsonian American Art Museum.


Chapman’a dönecek olursak… Yaydığı elmalar tatlı, sulu, bugün marketlerde görmeye alışkın olduğumuz elmalar değildi elbette. Elma şarabı üretiminde kullanılan, çok daha sert ve küçük elmalardı (Britannica, t.y.). Başta Amerika’da ‘içilmek’ üzere yetiştirilen elmalar, İçki Karşıtı Hıristiyan Kadınlar Birliği’nin girişimi sonucu, 1900’lerin başında sağlık ve besleyicilikle özdeşleştirildi, ardından İçki Yasağı getirildi. 18. Yüzyıl Amerika’sında şeker lüks bir üründü ve enderdi. Kızılderililer tatlandırıcı olarak akçaağaç şurubu kullanırdı. Şekerin ucuzlaması ancak 19. Yüzyıl’da oldu. Bu nedenle “tatlılık” duyumu meyveyle eşti; özellikle Amerika için bu, elma demekti. Kölelerin ürettiği şekerkamışı şekeri nedeniyle tatlılığın hem deneyim hem de metafor olarak anlamının iskontoya uğradığını söylüyor Pollan (2019, s. 9-16). Bu da demektir ki Shakespeare’in “yılın tatlısı” dediği ilkbahar ya da yine aynı yüzyılda “tatlı” olarak nitelendirilen iyi bir manzara, artık çok uzakta.


Elma çekirdekleri acıdır çünkü bir miktar siyanür içerir ve fazla tüketimi zehirler. Malus domestica (kültür elması) dediğimiz türün atası Kazakistan’ın dağlarında yetişir. Bilye büyüklüğünde, sarı, yeşil, mor ve kırmızı renkteki bu yaban elmaları, İpek Yolu vasıtasıyla ormanları aşarak Batı’ya taşınır. Yolda düşen çekirdeklerle, filizlenmelerle elmalar Asya ve Avrupa’ya yayılır. Yeni Dünya, yeni elma rezervlerine sahip olur. Çinlilerin aşılamayı keşfetmesiyle gerçek evcilleşme başlar (Pollan, 2019, s. 11). Arzunun Botaniği, elmanın hikâyesini başlangıcından itibaren anlatır. Hayvanlarla elmaya dair bir ortaklığımız da şu ki, şeker, bizi mest ederek haz ve sarhoşluk yaratır. İsveç’te yere düşüp çürüyen ve fermente olan elmaları yedikten sonra sarhoş olup kenti birbirine katan, sonunda elma ağaçlarına asılı kalan geyikleri hatırladınız mı? [1]


Kontrol Arzusu


Sonra tarım geldi; insanlar “onlara” yer açmak için ormanları kesip yenebilir otları yaydılar. Tohum ekildi, nakledildi, biçildi… Bitkiler, bizim onları hareket ettirmemizin bir yolunu buldu. Pollan kitabında tarımı, “otların ağaçları fethetmek için insanlara yaptığı bir şey” olarak tanımlıyor.


Peki tarımın icadı ile bazı bitkilerin zehirli / yabani ilan edildiği gerçeğini ne yapmalı? Eserlerinde toprak üzerinden yaratılmaya çalışılan egemen ideolojileri, insanın toprağı kontrol ve yerinden etme arzusunu siyasal, toplumsal ve kültürel bağlamda irdeleyen Ella Littwitz’in eseri, Kökünü Kazımak (2015) [2], bu konuda iyi bir örnek teşkil etmekte. Littwitz, botanikçi Michael Zohary’nin 1941 yılında yayımlanan The Weeds of Palestine and Their Control [Filistin’deki Otlar ve Bunların Kontrolü] başlıklı kitabında, İsrail’in kuruluş tarihi olan 1948’den hemen önce, Filistin topraklarında yetiştiğini tespit ettiği ve zararlı, işgalci olarak tanımladığı ot türlerini listeler. “İstenmeyen” olarak etiketlenen bu bitkiler, denetlenen bir uygarlık yaratma mevhumuyla ilişki kurar. Sanatçı, bu kitapta listelenen ve “terörist bitki” olarak adlandırdığı tohumların arşivini oluşturarak onları cam levhalar arasına ve deney tüplerine yerleştirir. Bir laboratuvar ortamının düzenlenişini taklit eden eser, işgal altında bir coğrafya gibi botaniğin de insanın kontrolü altındaki bir alan olduğunu düşündürür. “İyi huylu” bitkileri yayan insanlar, canları istediğinde “kötü”lerin köklerini kazımayı da becerir.


Ella Littwitz, Kökünü Kazımak (2015).


Hikâyeyi gündelik hayata taşırsak, bu kontrol isteği akla evdeki saksıları, hobi bahçelerini, tarlaları getirebilir: yani insanın iradesini ortaya koyduğu yapay seçilim arenalarını. Doğa, bitkilerini sıralı ve düzenli bir şekilde ekmez. Bizlerse onları düzene sokup kontrol altına alırız. Balta girmemiş orman ya da bakir doğa artık neresi? Bahçe nerede başlayıp bitiyor, doğa vahşiliğini nerede sürdürüyor, sahi, el değmemiş bir yer kaldı mı?


Greg Garrard, “yaban hayat” kavramını doğanın medeniyet tarafından kirletilmediği bir yer, anlamında kullanıyor. Medeniyetin maddi ve manevi kirliliğinden yorulanların yeniden diriliş için sığındığı, 18. Yüzyıl öncesinde kaçış ve dönüş motiflerini de barındıran yaban hayat, Yahudi-Hıristiyan geleneğinde çile, tehlike, özgürlük, saflık gibi anlamları da karşılar (Garrard, 2016:95-98) [3]. Pollan da belki sırf bu sağaltıcı ve iyileştirici yönüyle doğayı yalnızca dışarıda değil içeride de aramamızı salık verir. Elmada, patateste, bahçede, “hatta bir lalenin güzelliğini seyreden ya da yanan bir kenevir çiçeğinin dumanını içine çeken bir insanın beyninde” doğanın varlığına işaret eder.


Michael Pollan


Sanat tarihinde estetik yönüyle kendine yer bulan doğa, Arzunun Botaniği’nde lalenin kusursuzluğu, simetrisi üzerinden aktarılır. Kayıtsız, kokusuz ve mesafeli bu çiçeğin tutkudansa hayranlık uyandırma ihtimali daha yüksektir. Antik çağlardan bu yana çiçek ile güzellik arasında kurulan denklem, aslında yine hayatta kalmakla ilişkili. Nörobilimci Steven Pinker’a göre çiçek, meyveyi ya da gelecekte yiyeceğe dönüşeceğini haber verdiği için, doğal seçilimde atalarımız çiçekleri kategorilere ayırma, fark etme ve nerede yetiştiklerini hatırlama eğilimindeydi. Zamanla “tanıma ânı” zevk vermeye ve bunu anlamlı kılan da “güzel” olmaya başladı (Pollan, 2019, s. 54). Bir elma ağacının çiçekleri de en az meyvesi kadar güzel değil midir? Öte yandan sağlıklı çiçekler, en tatlı nektara ve güzelliğe sahip olduğu için arıların ilgisini daha çok çeker ve böylece en fazla cinselliği ve dölü garanti ederler. Yani lalenin genetik çeşitliliği onu doğal seçilimde güçlü kılar. Kitapta elbette Muhteşem Süleyman’ın sarayından Batı’ya yolculuk eden lalenin hikâyesine de yer veriyor Pollan. Avusturya Habsburg Büyükelçisi Ogier Ghislain de Busbecq, 1554’te İstanbul’dan Batı’ya lale sevkiyatını başlatır. Osmanlı Türkleri, lalenin farklı renk ve biçim değişiklikleriyle sonuçlanan mutasyonlarını keşfeder. Lale, kusursuz simetrisiyle resim ve seramiklerde taç yaprakları uzatılmış, hançere benzer şekilde yüzyıllar boyunca resmedilir. İdeal lale zarif ama keskin görünüşü, sağlam sapı ve taç yaprakları kapalı duruşuyla biraz da erkeksidir (Pollan, 2019, s. 64-66). Tam da bu yüzden sevildiğini düşünebilir miyiz?


“Çiçekler olmasaydı, yapraksız ve meyvesiz bir dünyada işleri yolunda giden sürüngenler, muhtemelen hâlâ dünyaya hâkim olurdu. Çiçekler olmasa, biz olmazdık” (Pollan, 2019, s. 91).


Çiçeği çoğaltıp yayarak yalnızca güzellik ve estetiği yüceltmedik, sanatı da orada bulduk.


Gustav Klimt, Apple Tree I (1912).


Gökten Üç Elma Düştü


Anadolu masal anlatma geleneğinde masallar genellikle şöyle biter: gökten üç elma düştü. Kimi zaman elmalar, anlatıcı ve dinleyiciler arasında paylaştırılır. Adem ile Havva’nın cennetten kovulmasına neden olan yasak meyve; Gregor Samsa’ya babası tarafından fırlatılan ve sırtında çürümeye başlaması sonucu ölümüne yol açan elma; Truva Savaşı’nın altın elması; masalların zehirli, sihirli ya da değerli sembolü; Newton’ın kafasına düşen elma miti; bilginin ve hayat ağacının kutsal meyvesi… Ve ne zaman bir elmayla karşılaşsak, bu hikâyelere ve başlangıca döner, elmanın, bulunduğu bağlamda neyi temsil ettiğini aramaya koyuluruz. Belki de elmaya gereğinden fazla anlam yüklüyoruz. Kimi zaman da elma, sadece bir elma olduğu için orada olamaz mı?


Anders Thomas Jensen’ın İskandinav tarzı absürd komedisi Adam’s Apples (2005) filminde Adem’i temsil eden, son üç ayını kilisede geçirme koşuluyla tahliye olmuş bir mahkûm olan Adam karakteri, filmin başından itibaren elmalı pasta yapmaya uğraşır. Ancak elmaya bir türlü ulaşamaz. Elma ağacının başına her türlü felaket gelir; tam umutlar tükenmişken beliren son çalıntı elmayla pastayı tamamlar ve arınmış bir günahkâr gibi bu mucizeyi herkese paylaştırır. Filmde Adam, başına gelen her şeyin sebebini Tanrı’ya yükler. Ancak Tanrı kimseyi unutmaz ve ona inananlar bir şekilde yollarını bulurlar. Ya da Samira Makhmalbaf’ın elmayı bilginin sembolü olarak ele alan filmi Sib /The Apple’ı (1998) düşünelim. Yine yaratılış mitine gönderme yapan anlatıda, elma bu defa bilme arzusunu temsil eder. Bilmekten ve dünyayı tanımaktan yoksun bırakılan ancak elmayı arzulayan kız kardeşler ile bir erkek çocuğun iple sarkıttığı elmayı yakalamaya çalışan anne aynı taraftadır. Tam karşılarında, erkek egemen sistemde elmayı / bilgiyi / iktidarı elinde tutan erkek vardır. Bir başka filmde, Dogville (Dogville, yön: Lars von Trier, 2003) kasabasının tüm zaaflarını ortaya çıkaran Grace’in, kasabadan elma dolu bir kamyonet kasasında kaçma denemesi başarısız olur ya da elma bahçesinde Chuck ile elma topladığı anlarda Grace, arzunun tetikleyicisine dönüşür.


Lucas Cranach the Elder, Samson and Delilah

(1528–30).


Nuri Bilge Ceylan’ın tüm zamanların en iyileri arasında gösterilen Bir Zamanlar Anadolu’dasında(2011), derede yuvarlanan elmaya yüklediğimiz sayısız metaforik ve ontolojik anlam, Semih Kaplanoğlu’un Bal (2010) filminde babanın masanın üzerine bir bıçakla beraber bıraktığı ve oğul Yusuf’un bölüp yalnızca kendisiyle paylaştığı elma, ya da Irwin Fletcher’ın elmayı hep kötü karakterlerin yediğine dair mizahi tespitleri… [4] Başa dönecek olursak, bir hikâyede elmayı yiyenin gözü açılır ve bilmeye başlar.


Pollan’a göre kenevirin ve psikoaktif bitkilerin bize sunduğu bilgi ise, tam tersine, hatırlamak istememe, bilincin bulanıklığı, gözün kapalılığı ve yenilmeme arzusuyla ilintili. Nikotin gibi bazı bitki toksinleri, onları yutan canlıları sarsar, iştahlarını kapatır ya da sinir sistemlerini bozar. Örneğin yabanturbundaki ışığa duyarlaştırıcı maddeler, onu yiyen hayvanların güneşte yanmasına neden olur (Pollan, 2019, s. 97).


Bir Zamanlar Anadolu’da (2011, yön: Nuri Bilge Ceylan)


Pollan, Andrew Weil’dan aktararak bilinç değiştirmenin temel bir insani etkinlik olduğunu söylüyor. Weil, çocukların bile değişmiş farkındalık halleri aradığına dikkat çekiyor, ki hepimiz çocukken midemiz bulanana dek kendi eksenimizde dönmüşüzdür. Çocukça halüsinasyonlar yaratma girişimi ya da çocukken çok fazla şeker tüketme isteği, özünde enerji patlamasına ilişkin bir arzuyu taşır. Roller coaster, müzik, psikoaktif bileşenler ya da korku filmleri de akli deneyimin dokusunu değiştirme gücüne sahiptir (Pollan, 2019, s. 110-120). Bu nedenle insanlar uyarıcı bitkilere hep ilgi duymuştur. Pollan bu bölümde sarhoş edici maddelere sahip bitkilerin ilk kez kullanıldığı toplulukları, dinlerin doğa tarihini, psikoaktif bitki ve mantarların antik dünyada öteki dünyayı bilmenin, yerli dinlere temel oluşturmanın ve kutsal bilgiye erişmenin yoluna nasıl dönüştüğünü de anlatır. Marihuananın ve kenevirin kimyasal bileşenleri, aslında koruma kalkanlarıdır; böylece kendilerini tüketen hayvanlar sersemler ve bitkilerin yeniden yenilme ihtimalleri azalır. (Geyiklerin dumanlı bir kafayla o elma ağacının yerini yeniden hatırlaması ne kadar mümkün?) Adını haşhaştan alan Haşhaşilerin, pagan iksirlerinin, cadıların psikoaktif bitkilere ilgisinin, beraberindeki yasakların ve tümünün aynı hikâyeye dahil olabilmesi için bir bahçe yeterli. Bahçe, adeta birçok ayinin yeri.


1588... patates Avrupa’ya gelir. İncil’de geçmeyen bu yumruya Avrupa kültürleri kucak açmaz. Çünkü buğday yukarı doğru uzayıp uygarlığı işaret ederken patates yeraltıdır. İrlandalı köylüler için ise hiçbir şey yetişmeyen topraklarda kurtuluş umudu olur, tıpkı kutsal meyve elma ya da nar gibi. Patatesin Avrupa’nın yetersiz beslenme sorununu rahatlatıp kıtlığı önleyişi, beraberinde gelen 1840 patates kıtlığı, McDonalds’ın “muhteşem” uzunluktaki patateslerinin sırrı, Peru ve İnkaların birbirine benzemez üç bin farklı çeşitteki patatesleri ve onların And Dağları’ndaki düzensiz tarlaları, hepsi Arzunun Botaniği’nde meraklısını bekliyor.


Pollan, bitkilerin hikâyesiyle bizimkini birbirine bağlarken hepimizin aynı gemide olduğumuzun altını çiziyor. Tohum, yüzyıllardır ekilip naklediliyor ve biçiliyor. Bitkiler imgelememizde, hayatımızda, içimizde ve bizden bağımsızca var olmaya devam ediyorlar. Bu hikâyede John Chapman, bizleriz.


Son olarak, Pollan’ın palamut anekdotu, aklıma Ice Age serisindeki meşhur palamudu getiriyor. Sincap Scrat’ın filmlerce peşinden koşup onlarca kez elinden kaçırdığı meşe palamudu, belki de hayatta kalmanın mücadelesini veriyor ve Scrat’ı yalnızca kendisini kök salabileceği topraklara ulaşmanın aracı olarak kullanıyordu.


Ice Age / Buz Devri (2002, 2006, 2009, yön: Chris Wegde ve Carlos Saldanha)




Kaynakça

Pollan, Michael. (2019). Arzunun Botaniği (çev. Sevin Okyay). 5. Baskı. İstanbul: Domingo.

Garrard, Greg. (2016). Ekoeleştiri Ekoloji ve Çevre Üzerine Kültürel Tartışmalar (çev. E. Genç). İstanbul: Kolektif Kitap.

Britannica. (t.y.). “Was Johnny Appleseed a Real Person?” [İlgili bağlantı]

 

[1] BBC. “Sarhoş geyik ağaca çıktı”, 9 Eylül 2011. [İlgili bağlantı]

[2] Eser, 2022 yılında Arter’de Selen Ansen küratörlüğünde gerçekleşen Locus Solus başlıklı grup sergide de gösterildi. [İlgili bağlantı]

[3] 1948'de Walt Disney, Johnny Appleseed'in savaş sonrası Amerika için idealize ettiği imajını sağlamlaştıran bir animasyonunu üretti. Disney versiyonu, onun Hıristiyan inancını vurguladı ve onu yalnızca İncil'iyle, bir torba elma çekirdeğini vahşi doğaya atarken tasvir etti (Britannica).

[4] Fletcher, Irwin, (2016). “Wacky Visual Storytelling in Movies/TV No. 1: Eating Apples”. [İlgili bağlantı]

Comentários


Üst
bottom of page