Hazlitt’in sözleriyle, “bir arkadaş… bizimle hayali karakterimiz arasına acımasızca girer… Artık bir dünya vatandaşı değilsinizdir: ‘evsiz barksız özgür haliniz kuşatma altına alınıp sınırlanır.’”
11/22 | Çeviri
[Yazar], hakkı asla verilmeyen …dostlukta ve aşkta bile,
her varlığı diğerlerinden uzak tutan ve bireyselliğin acılı,
nihilist sırrını teşkil eden o nefretin (antipati) nefesini
hisseden duyarlı kişi olarak tanımlanabilir. [1]
Robert Musil
Dostluğun erdemlerini göklere çıkaran yazarlar olduğu gibi, bu erdemleri yalanlayan yazarlar da vardır. Bu fark, Schopenhauer gibi münzevi huysuz tipleri David Hume gibi dost canlısı ruhlardan, öfkesi burnunda denemeci William Hazlitt’i güler yüzlü öncüsü Michel de Montaigne’den ayırır. Montaigne’in Denemeler’i kaleme almasına esin kaynağı olan, en yakın arkadaşı Étienne de La Boétie’nin ölümüydü; onu kaybetmek Montaigne’in ikisi arasındaki dostluğun neden yürüdüğüne dair ünlü düşüncesine de vesile olmuştu: “Parce que c’était lui, parce que c’était moi” (“Çünkü o oydu, ben de ben) [2]. Yine de, La Boetie’nin vakitsiz ölümünün, Montaigne'in gözünde dostluğun bu kadar büyük bir saygınlığa sahip olmasına bir şekilde katkıda bulunup bulunmadığını merak ediyor insan.
La Boetie ölmeseydi de, bunun yerine diyelim Montaigne’in “Yamyamlara Dair”de tasvir ettiği yeni keşfedilmiş Brezilya’yı kolonileştirmeye yardım etmeye gitseydi, acaba bu iki adam nasıl tekrar bir araya gelirdi? O zaman Montaigne, La Boétie’nin mevcudiyetinde deneyimlediği “iradelerin tam kaynaşmasını” yine de övebilir miydi, yoksa eski arkadaşının yerindeki o yaşlı ve yabancı adam yüzünden hayal kırıklığına mı uğrardı? Dahası, ya La Boétie sohbet etmek için etrafta olsaydı, Denemeler’in başına ne gelirdi acaba? Montaigne’e saygısızlık etmek istemem, o yüzden, bunu dostluk karşıtı bir düşünce deneyi, dostluğa karşı birleşmiş bir dizi hipotetik gerekçe olarak kabul edin. Çağımızda arkadaşsızlık o kadar utanç verici bir durum ki, hani neredeyse bir “arkadaşlık komplosuna” tanık oluyoruz denebilir. Kuşkusuz toplumun dostluğa methiyeler düzmek için geçerli sebepleri var, öyle ya dostluk olmasa medeniyet diye bir şey var olmayabilirdi. İnsan arkadaşlarıyla bilinir, arkadaşı olmayan biri esrarlı ve şüpheli görünür. Biri arkadaşlıkla ilgilenmiyorsa, seküler bir dünyada ahlakın ve öngörülebilirliğin en büyük teminatı olan itibarı umursamıyor demektir. İtibarı dert etmeyen biri, hani nerdeyse ölümden korkmayan, bu yüzden de kaybedecek hiçbir şeyi olmayan bir ''terörist'' kadar akıl sır ermez bir serseri mayındır. Radikal bireyci Friedrich Nietzsche’nin bile entelektüel yoldaşlığın zorunlu olduğunu savunması şaşırtıcıdır. Nietzsche’nin mizacının bu beklenmedik yönü üzerine kafa yoran (mantar kaplı odasında yatağa çakılı halde yalnız yaşayan) Marcel Proust, Nietzsche gibi bir dahinin “işini bırakıp bir arkadaşını görmeye giderek, onunla birlikte Louvre’un yandığına dair yalan bir habere ağlamakta herhangi bir anlam bulunabilmesini” [3] hoş görmesine hayret etmiştir. Nietzsche'den farklı olarak Proust, arkadaşlığın çekiciliği konusunda şüphelerini dile getirme lütfunda bulunan küçük bir yazarlar zümresine mensuptur. Bu yazarlar, bireyin başkalarıyla birlikte olmakla bir şeyler yitirdiği konusunda diretir; dostluğun örtbas ettiği varoluşsal hakikatelere parmak basarlar.
Tüm alışkanlıklar gibi dostluk da bir yatıştırıcıdır, yalnız başımızayken ölümün bir önsezisi gibi karşımıza dikilen o belirsiz boşluktan bizi uzaklaştıran bir avuntudur. Elbette dostluk, uydumculuğa (konformizme) kapı aralayabilir, bireyciliği yok edebilir. Kim bilir kaç defa en sık görüştüğünüz arkadaşınızın ya da hatta hiç de özellikle hoşlanmadığımız bir iş arkadaşınızın ağzına pelesenk olmuş sözleri veya kendine özgü tavırlarını farkına bile varmadan taklit ederken yakalayıp kendinizi, rahatsız olmuşsunuzdur? Proust, arkadaşlık etmenin, dil ve ifadenin temel sınırlarını hiçe saydığından yakınır. “Arkadaşlığın bütün çabası”, diye yazar, “benliğimizin tek gerçek ve (sanat aracılığıyla hariç) aktarılması imkânsız yanını, yüzeysel bir benliğe feda etmemiz yolundadır.” [4] Arkadaşlarımızla neşe içinde sohbet ederken, kendimizin söze dökülemeyecek bir parçasını elden çıkarırız. Daha somut bir ifadeyle, arkadaşlık çok fazla zaman tüketir ve bizi sanatımızdan veya işimizden uzaklaştırarak oyalar. Tolstoy’un, bir hikâye fikrini arkadaşıyla paylaştı mı onu yazmaya ilgisini kaybettiği söylenir. Tolstoy'un daha az arkadaşı olsaydı acaba daha kaç tane Anna Karenina çıkardı ortaya? Arkadaşlar, doyurucu bir yaşamın zaruri unsurları olarak gösterilir, ancak deneyim ve değişim yolunun önünde durduklarında, gelişip serpilmeye mani olabilirler. Arkadaşlarımız, ne kadar iyi niyetli olurlarsa olsunlar, karakterimizdeki veya davranışlarımızdaki herhangi bir tutarsızlığına dikkat çekmeye hazır bekleyen, özgünlüğün bekçileridir. Hazlitt’in sözleriyle, “bir arkadaş… bizimle hayali karakterimiz arasına acımasızca girer… Artık bir dünya vatandaşı değilsinizdir: ‘evsiz barksız özgür haliniz kuşatma altına alınıp sınırlanır.’” [5] İkiyüzlülüğümüzü hatırlatmaya hazır bekleyen arkadaşlarımız bizi eski benliğimize zincirler. Bir arkadaşımız, kişisel tuhaflıklarımızdan oluşan repertuarımıza eklenen son davranışımız hakkında bize hesap sorduğunda, kişiliğin icat ve performanstan başka bir şey olmadığı yanılsamasını pekiştirir. Ama belki de arkadaşlık hakkındaki gerçek, en şaşırtıcı şekilde onun gizeminden arındırma deneyiminde karşımıza çıkar. Eski bir dostla karşılaşmak, geçmişimizin utanç verici kimlikleriyle yüz yüze gelmek, bir zamanlar kimya defterinizin arkasına Kurt Cobain’e duyduğunuz aşkı karaladığınız notlarını bulmak gibidir. Musil, eski bir dostu görme deneyimini şöyle anlatır: “Herbirimiz, kendini vaktiyle muhatabıyla karıştırmış olmanın yarattığı utanç verici duygudan kurtulmak istiyor, böylelikle birbirimize dürüst birer dev aynası hizmeti veriyoruz.” [6] Bir insanın, içinde yetiştiği bir tutkudan daha tiksindirici pek az şey vardır. Üstelik, eğer arkadaşlarımız hayatımızın mevcut durumunu ölçüye vurduğumuz mihenk taşları gibiyse, eski arkadaşlara rastlamak ister istemez, iki taraftan en az birine başarısızlığa uğramış hırslarını ve hayal kırıklıklarını hatırlatır.
Modern sosyal ağ teknolojileri, başka şeylerin yanı sıra, sokakta gördüğümüz bir arkadaşımızı gönülsüzce tanımanın yarattığı şoktan büyük ölçüde mahrum etti bizi. Artık birinin izini gerçekten kaybetmek imkânsız, çünkü gece geç saatlerde bir Google aramasıyla yeniden canlandırılamayacak kadar kısa ömürlü arkadaşlık kalmadı artık. Örneğin Facebook, izlerini kaybettiğimiz arkadaşlarla yeniden bir araya gelme deneyimini sıradanlaştırdı. Eski bir arkadaşla yüz yüze karşılaşmanın uyandırma işlevi gören sağlıklı bir tarafı varken, bunun yerine günümüzde Facebook sayfaları eski arkadaşlar ve sevgililerle dolup taşıyor, geçmişin başarısız ilişkilerinin hayaletlerinin dolandığı mezarlıklara benziyor.
Eski bir dostla karşılaşmak, bir zamanlar hayatınızın günlük ritmi için çok önemli ve vazgeçilmez görünen bir kişinin şimdi ne denli önemsiz, hatta yabancı/garip göründüğünün farkına varmanın tokatını yemektir. Bu sefer, hayatınızın görünüşte ayrılmaz bir parçası olan başka kim bilir nelerin aslında bir o kadar asılsız ve koşullara bağlı olduğu takılır kafanıza. Kimi yazarlar, eski arkadaşlarının değişen görünüşlerinden o kadar huzursuz olurlar ki, onu neredeyse içine şeytan girmiş gibi tasvir ederler.
Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’sinin son cildinde, anlatıcı, tüm eski tanıdıklarının “kendilerinin kötü portreleri” [7] gibi göründüğü bir baloya katılır. En eski arkadaşına takdim edildiğinde, arkadaşının “sesi” karşısında anlatıcının nutku tutulur: “Ses çok gelişmiş bir gramofondan çıkar gibiydi, çünkü arkadaşımın sesi olmasına rağmen, tanımadığım, saçlarına kır düşmüş, şişman bir adamdan çıkmaktaydı; arkadaşımın sesini bu ilgisiz, şişman ihtiyarın içine, yapay olarak, mekanik bir hileyle yerleştirdiklerinden emindim.” [8] Robert Musil de, Niteliksiz Adam’ın dayandığı eski dostla karşılaşmayı benzer sözcüklerle anlatır: “Eski kendinin daha etine dolgun yeni bir versiyonuna hapsolmuş halde, kendi kendisinin içinde duruyordu. Bakışı bu ötekinin bakışına, konuşması onun konuşmasının içine sıkışmıştı… Apaçıktı benim için, hani tabiri-i caizse, tekrar kendisi olmak istiyordu da bir şey onu zapt ediyordu adeta.” [9] Her iki yazar da genç arkadaşlarının ruhlarının önlerinde duran yaşlı bedenler tarafından bir şekilde yutulduğunu hayal eder; eski arkadaşları, ruh ve zaman arasındaki ebedi savaşın pandomimi olarak görünür. Gerçekteyse, eski dostlarımızı gördüğümüzde artık tanıyamadığımız kişiler aslında onlar değildir. Bu tür karşılaşmalarda bizi rahatsız eden şey, kendi olumsallığımızın açığa çıkmasıdır. Oysa arkadaşlığın bizi tam da bu tür marazi düşüncelerden koruması gerekmez mi? Doğrusu ya, hayatın zevkleri hep faniliğin ve yanılsamanın tarafında değil mi zaten? Hazlitt’in dediği gibi: “Sevgi, birazcık müsamaha gösterilince kayıtsızlığa ve bıkkınlığa dönüşür. Yalnız nefrettir ölümsüz olan.” [10]
Çeviri: Murat Erşen
[1] Robert Musil, “Sketch of What the Writer Knows,” Precision and Soul: Essays and Addresses, trans. Burton Pike and David S. Luft (Chicago: University of Chicago Press, 1995), s. 62.
[2] Michel de Montaigne, “Dostluk”, Denemeler içinde, çev. Sabahattin Eyüboğlu, İş Bankası Kültür Yayınları, s. 26: “Çünkü o, o idi; ben de bendim.”
[3] Marcel Proust, Guermantes Tarafı, çev. Roza Hakmen, YKY, 1998 (2. bas.), s. 355.
[4] Agy.
[5] William Hazlitt, “On Going on a Journey,” in Selected Essays of William Hazlitt: 1778–1830 (London: Kessinger Publishing, 2004), s. 77.
[6] Robert Musil, Niteliksiz Adam I,14. böl. “Gençlik Arkadaşları”, çev. M.Sami Türk, Aylak Adam, 2019 (2. bas.), s, 70. [Ahmet Cemal çevirisi: “Her birimiz, kendini bir zamanlar ötekiyle karıştırmış olmanın verdiği o tedirgin edici duygudan kurtarmak peşinde, ve bu yüden de birbirimize karşı acımasızca dürüst birer çarpıtan ayna görevi görmekteyiz.” (YKY, 2000 (2. bas.), s. 135).
[7] Marcel Proust, “Yakalanan Zaman”, Kayıp Zamanın İzinde II. cilt içinde, sev. Roza Hakmen, YKY, 2013 (2. bas.) s. 3018: “Çünkü bu insanların birçoğunu ilk balkışta tanımak mümkündü, ama salon, sanki gerçeğe bağlı kalmayan kötü niyetli bir ressamın bazı kişilerin yüz hatlarını sertleştirerek,bazılarının tenini pörsütüp endamını hantallaştırarak, bazılarının bakışlarını karartarak yaptığı kötü portrelerden oluşan bir sergi gibiydi.”
[8] Age., s. 3027.
[9] Robert Musil, “A Man without Character,” in Posthumous Papers of a Living Author, çev. Peter Wortsman (New York: Archipelago Books, 2006), s. 127.
[10] William Hazlitt, “On the Pleasure of Hating,” in Selected Essays of William Hazlitt: 1778–1830, op cit., p. 244 ] Türkçe çeviri: Nefretin Hazzı, çev. Başak Bilgin, Zeplin, 2018, s. 9: “Sevgiyse, bir parça hoşgörüyle kolayca soğukluğa ve nefrete evrilir. Sonsuz olan tek şey de işte bu nefrettir.”
Comments